13 Nisan 2015 Pazartesi

Mahalle Maçı Kültürü...Bir Oyundan Çok Daha Fazlası...

Bir Pazartesi klasiği: Haftaya iyi başlama ritüeli...Özlenen günleri, insanlığımızı, özümüzdeki doğallığı ve saflığımızı hatırlama seansı...80'lere, 90'lara bir yolculuk edeceğim bugün...Kendi adıma çocukluğumu yaşadığım, içinizde bazılarının gençliğinin en deli çağlarını yaşadığı, bazılarının ise hiç deneyimleyemediği günlere...Bakın o zamanlar insanlığa dair temel kuralları nasıl farkında olmadan öğreniyorduk...

Doğallık...Hatırlayan vardır eminim; eskiden maç içi ropörtajlar vardı. Kaleci Engin sakatlanmış yerde kıvranıyor tak saha içinde bir adam bitiyor, elinde bir mikrofon:

- Engin nasıl oldu pozisyon?
+Abi ben topa atladım, bir baktım tabanıyla karşıdan geliyor. Ahh diziiimmm. Tabanı dizime geldi kanıyor abi aha bak. Off anammm!
- Geçmiş olsun Engin...

Metin golü atmış. Kale arkasında taraftarına doğru koşuyor. Takım arkadaşları daha yetişemeden yanında mikrofonlu bir adam:

- Metin 1-0 öne geçtiniz. Nasıl oldu gol?
+ Abi soldan Feyyaz süper orta yaptı. Ben de uçan kafayı bi çaktım kaleci bakakaldı öyle. Ahh 6 kişi çıktı üstüme abi kaburgalarım kırıldı galiba konuşamıcam.
- Çıkıktır o çıkık. Kırık olsa duramazdın...

Adalet...Mahallede maç yapılacak. Ağır abiler iki ayrı takıma ayrılıyor. Belirli bir mesafe açılıyor. Sonra başlıyorlar adım atmaya. Mesafe tükenince kimin ayağı kimin üstündeyse o başlıyor adam seçimine. Aman hak geçmesin! Penaltı mı oldu. Rakip takım kaleci değiştirirse iki penaltı atılır. Aman hak geçmesin! Top arabanın altına kaçtı. Tartışmaya bile gerek yok. Atan girer arabanın altına alır topu. Aman hak geçmesin...

Pratik çözümler, yaratıcılık...Maç başlayacak. O zamanlar çocukta para çok bulunabilir bir şey değil. Yassı bir taş bulunur, tükürüğü kuvvetli bir mahalle sakini taşın bir tarafına içindekileri döker. Sonra tükürüklü-tükürüksüz olarak seçim yapılıp atılır havaya. Kim kazanırsa başlar maça... Kale direği olan bir saha bulmak çölde vaha gibi o zamanlar. Bulunur iki taş. Adım sayımı ile mesafeler ölçülür ve iki uca yerleştirilir. Buyrun size iki kale. Top taşın üstünden geçti ve gol tartışması mı yaşanıyor? Penaltı ile orta yol bulunur...

Hayal gücü...O zamanlar her maçın yayını yoktu. Önemli maçlar televizyonda canlı veriliyordu. Diğer maçlar ise radyoda... Ama şimdikiler gibi değildi o zamanki maç anlatımları. İnanılmaz betimlemeler, müthiş vurgular...

- Mecnun sağ kanattan topla süzülüyor. Sanki kuğu gölü balesinde dans eder gibi. Karşısında Recep. Berlin duvarı gibi duruyor. Hızını arttırıyor Mecnun. Murat 124 gelse yarışırlar bu hızla. Geçti Recep'i. Kaleci ile karşı karşıya. Aşırttı üzerinden. Goooooollll. O nasıl bir aşırtma! Maradona görse kıskanır. Harika bir goldü sayın seyirciler. Fenerbahçe durumu Mecnun'un harika golüyle 1-1'e getiriyor...

Maç sanki İstanbul'da, Eskişehir'de, Konya'da değil evin salonunda oynanıyor. Televizyonda maç izlemenin verdiği hazdan çok daha büyük bir hazdı o. Yaşamayan bilemez...

Yardımlaşma...Maç hararetli, kıran kırana bir mücadele var. Top bir o kalede bir bu kalede. Birden birinin münasip olmayan yerlerine top geliyor. Tüm mahalle seferber. Herkes tek bir ağızdan yol gösteriyor: "İşeee işeee"... Bir de profesyonel bir örnek vereyim...Yıl 1989...Altın çağlarını yaşıyor Samsunspor... Bir deplasman dönüşü hava karlı. Şoförü gaza getiriyor futbolcular. Hız sınırı aşılıyor artık eskimeye yüz tutmuş otobüsle. Malum son geliyor. Trafik kazasında 3 futbolcu, 1 teknik direktör, 1 şoförünü kaybediyor Samsunspor... Tüm ülke seferber oluyor. Tanju Galatasaray'a başvurup 1 sene bedelsiz Samsunspor'da oynamak istiyor; kalan maçlarına çıkamayan Samsunspor ligin o seneki onur şampiyonu ilan edilip ligde tutuluyor; Fenerbahçe ve Beşiktaş Samsunspor'a bedelsiz oyuncu gönderebileceklerini açıklıyor...Olay tanıdık geldi mi? Peki ya sonunda yaşanan duyarlılık? İşte o tanıdık gelmemiştir eminim!

Saygı, efendilik...Mahalle maçlarında abanma, pis burun vurma yasaktı o zamanlar. Abanan olursa kınanır, afaroz edilirdi... Ya da kaleci degaj dikecek rakip oyuncu ayrılmak bilmiyor kalecinin dibinden. Kaleciden klasik tepki gelirdi: "Üç kere sektirdim topu yahu açılsana" Anında açılırdı karşıdaki...Bir de profesyonel örnek yine, memleketim İzmir semalarından... Göztepe'nin "Buldozer" lakaplı efsane golcüsü Fevzi Zemzem gol krallığında Metin Oktay ile çekişiyor. İkisinin de gol sayıları 17. Metin Oktay o sene futbolu bırakacak. Gol krallığı kupası kime verilecek diye bir tartışma çıkıyor ülkede. Fevzi Zemzem çıkıp tartışmayı bitiriyor: "Gol krallığını Metin Abi'ye verin. Onun son senesi. Krallık ona yakışır"

Kurallara uyma, disiplin...O zaman maçların süresi top sahibinin annesi eve çağırana ya da hava kararana kadardı...Üç kornerde bir penaltı atılır; topu patlatan parasını öder ve patlak top ortadan ikiye kesilip kafaya takılırdı. Frikiklerde baraj mesafesi frikiği kullanacak olan kişinin dev bir zıplayışının ardından gelen 3 koca adım ile belirlenirdi...Kurallara uymamak diye bir şey yoktu o zaman. Uymayanlar tüm mahalleli tarafından dışlanırdı...

Böyle büyüdük biz. Böylesine saf, böylesine doğal, böylesine sevgi dolu...Belki de bundandır geçmişe duyduğum koca özlem, sevgi, saygı, hoşgörüye verdiğim bu sonsuz önem... Mahalle maçları kalbiydi bu ülkenin. Temel insanlık kurallarının öğrenildiği yerdi. Ne zaman ki onlar bitti insanlığımızı unutur hale geldik. O kültürü bir gün tekrar yaşatabilmek, o güven ortamını bu ülkede tekrar sağlayabilmek dileğiyle...Herkese iyi haftalar...

_BURAK AKÇAY_


8 Nisan 2015 Çarşamba

Hep Denedin Hep Yenildin...Olsun Bir Daha Dene; Yine Yenil...Bu Kez Daha İyi Yenil...



"Hep denedin hep yenildin. Olsun bir daha dene; yine yenil. Bu kez daha iyi yenil" demiş zamanında Samuel Beckett. Çoğumuzun hayatı yenilgilerle geçiyor zaten. Bazen her yenilgide yeni şeyler öğreniyor, bazen de yoruluyor; yılıyoruz. Oysa tarih, ne olursa olsun yılmayanların hikayeleriyle dolu. Ne kadar önüne set çekilirse çekilsin. Ne kadar gereken değerin %1'i bile verilmezse verilmesin. Bugün de bu isimlerden birine değineceğim program müsaitken. Hayat hikayesinden oldukça etkilendiğim bir isimden...

Öncelikle bir soru soracağım sizlere.

"Vecihi deyince aklınıza gelecek ilk kişi kimdir?"

Eminim ki; çoğunuzun cevabı "Şener Şen" olacaktır. Aslında benim de öyleydi 4-5 sene önceye kadar. Şener Şen üstadın başarısı büyük bunda. Ama biraz sonra yazacaklarım sonrasında biraz düşünün derim. Biraz da toplum olarak bizim ayıbımız değil midir bu?

Tayyareci Vecihi Hürkuş...Gülen Gözler filminde selam çakılan insan aslında...Daha 3 yaşında hayat ona ilk golünü atıyor. Babasız kalıyor. Dul annesi ve iki kardeşiyle zorluklarla dolu bir çocukluk geçiriyor. Sanata olan ilgisinden dolayı Tophane Sanat Okulu'nu bitiriyor. Daha 16 yaşında 1912’deki Balkan Harbi’ne eniştesi Kurmay Albay Kemal Bey’in yanında gönüllü olarak katılıyor.

Tayyareci olmak istiyor. Tutkuyla bağlanıyor bu işe. Yaşı küçük olduğundan makinist mektebine alıyorlar onu. Makinist olarak 1. Dünya Savaşı’na girerek Bağdat cephesine uçak makinisti olarak gönderiiyor. Orada bir uçak kazasında yaralanarak İstanbul’a geri dönüyor. Yeşilköy’deki Tayyare Mektebi’ne girerek sonunda tayyareci oluyor.

1917'de  Kafkas cephesine atanıyor. Orada bir uçak düşürerek Kafkas Cephesinde uçak düşüren ilk Türk tayyarecisi oluyor Vecihi Hürkuş. Bir hava savaşında yaralanarak düşünce uçağını yakarak Ruslara esir oluyor. Esir olarak Hazar Denizi’ndeki Nargin Adası'na gönderiliyor. Yine pes etmiyor. Azeri Türklerinin yardımı ile adadan yüzerek kaçıyor. Birlikte kaçtığı arkadaşıyla Erzurum’a kadar yaya olarak gidiyorlar.

Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve son uçuşunu yapan, İzmir hava alanını işgal eden tayyareci oluyor ve 3 defa takdirname alarak kırmızı şeritli İstiklal Madalyası kazanıyor. Savaşta ganimet olarak Yunan’lılardan ellerine geçen pek çok motordan faydalanıp projesini hazırlıyor. Böylece ilk uçağı Vecihi K VI ortaya çıkıyor. Devletten uçuş müsaadesi ve uçabilirlik setifikası istiyor. Gelen cevap: "Uçağı kontrol edecek ve uçuracak yeterlilikte biri yok. Bu nedenle sana sertifika veremeyiz. Uçağına güveniyorsan atla uçur görelim."

Düşünmeden atlıyor uçağa ve ilk uçuşunu yapıyor uçağıyla. Ama bu büyük başarı cezasız kalmıyor. İzinsiz uçuş yaptığı gerekçesiyle devletten ceza alıyor. Yine yılmıyor Vecihi Hürkuş. Yurtdışında birçok uçak fabrikasını gezip gözlem yapıyor; tecrübe uçuşlarına katılıyor.

1927'de Ankara-Kayseri arası uçuşlara başlıyor. Bu uçuşlar Türkiye'nin ilk ulaşım uçuşları olarak tarihe geçiyor. 1930 yılında da Kadıköy’de bir keresteci dükkanını kiralayarak, 3 ay içinde ilk Türk sivil uçağını, kendi adına ise; 2. uçağı Vecihi K-XIV uçağını yaratıyor.Uçabilirlik sertifikası için tekrar İktisat Bakanlığı'na müracaat ediyor. Cevap yine aynı “Tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken sertifika verilmemiştir”

Yılmıyor. Uçağın parçalarını tek tek söküp Çekoslavakya'ya gidiyor. Orada çalışmalarını tamamlayıp uçağı tamamlıyor Çekoslavak yetkililer tarafından "Yaşasın Türk teyyareciliği" yazan bir pankart eşliğinde uçuşunu yapıp sertifikasını alıyor. Çekoslavak yetkilililerin burada çalış ısrarlarına rağmen ülkesine dönüyor.

Posta idaresi adına çalışırken uçuş ücretleri nedensiz kesiliyip Vecihi XIV uçağı uçuştan men ediliyor; yardımcısı işten çıkartılıyor. Yine yılmıyor. İlk sivil Teyyare Mektebi'ni kuruyor. Buradaki öğrencileriyle birlikte 4 uçak, 1 tane de uçak motoruyla çalışan deniz botu yapıyorlar.

Öğrenci diplomalarına devletçe denklik verilmiyor, parasal sorunlar baş gösteriyor. Okul kapanmak zorunda kalıyor. Atlayıp Rusya'ya gidiyor Vecihi Hürkuş. Burada havacılık alanındaki gelişmeleri gözetliyor. Dönüşte Atatürk'e anlatıyor gördüklerini. "İstikbal göklerdedir" diyen Atatürk çalışmalarından oldukça etkileniyor ve 1937 yılında eğitim için Almanya'ya gönderiliyor.

2 senede mühendislik diplomasını alıp ülkesine geri dönüyor.  “Tayyare Mühendisliği Ruhsatnamesini” almak için başvuruyor. Aldığı cevap "2 senede mühendis olunmaz"  1954’te Hürkuş Hava Yolları'nı kuruyor. Türk Hava Yolları’nın seferden kaldırdığı 8 tayyareyi banka kredisiyle alıp devletin sefer koymadığı yerlere seferler koyuyor. Devlet yine izin vermiyor; seferler devam edince uçakları sabote edilip parçalanıyor.

Yine yılmıyor. Tüm imkansızlıklara rağmen elinde kalan son uçağıyla Güney Doğu Anadolu’da torium, uranium ve fosfat arayarak zor doğa koşullarında çalışıp ülkesi için çabalıyor. Yüksek seviyede borçlanıyor. Devlet tarafından vatana hizmet nedeniyle kendisine bağlanan maaş da kesiliyor. 1969 yılında da borç ve sıkıntı içerisinde hayata gözlerini yumuyor. İnsanlık aya ilk adımlarını atmaya hazırlanırken...

Ben yazmaktan yoruldum. Buraya kadar okuyanlar da muhtemelen okumaktan yorulmuştur. Ama Vecihi Hürkuş hayatı boyunca yılmamış. Amacı uğruna, sevdası uğruna tüm olumsuzluklara rağmen savaşmış. En acısı da uğruna hizmet için hayatını feda ettiği bu ülkede halkının onun adını sadece TV programları sayesinde öğrenmesi belki de. Hem de kim olduğunu bile bilmeden...


Oturup tekrar düşünmeli belki de. En ufak sıkıntıda yılıp pes ederken; en ufak terslikte küfürler yağdırıp isyan ederken bu vatan kahramanlarının hikayeleri hatırlanmalı. Samuel Beckett ne güzel demiş değil mi? Hep denedin hep yenildin. Olsun bir daha dene; yine yenil. Bu kez daha iyi yenil...

                                                                                                     BURAK AKÇAY

Başka Türlü Bir şey Benim İstediğim...



Başka türlü bir şey benim istediğim...Ne ağaca benzer ne de buluta...Burası gibi değil gideceğim memleket...Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava... Can Yücel ustanın enfes yazdığı, Yeni Türkü'nün leziz yorumladığı dizeler...4 sene önce izlemeyi tamamen bıraktığım Türkiye Ligi'nde olur da bir ortamda denk gelip maç izlersem her maç sonu hissettiğim dizeler...

Metin Oktay...Jubilesini yapacak Metin Oktay...Fenerbahçe maçıyla yapmak istiyor. Çünkü biliyor ki; Fenerbahçe olmadan Galatasaray, Galatasaray olmadan da Fenerbahçe olmaz. Fenerbahçe'li yöneticiler diyor ki: "Futbol hayatın boyunca seni hep Sarı-lacivert forma ile görmek istedik. Bari şu maçta 45 dakika giy de avunalım" Cevap hiç düşünmeden geliyor, kısa ve net: "Ne demek efendim. şeref duyarım..." Formalar Can Bartu ile değiştiriliyor ve Fenerbahçe efsanesi Can Bartu Galatasaray, Galatasaray efsanesi Metin Oktay da 45 dakika Fenerbahçe formasını terletiyor.

Can Bartu demişken...Apayrı bir karakter, apayrı bir efsane...Aynı anda hem Fenerbahçe Futbol Takımı'nda hem de Basketbol Takımı'nda forma giyen bir isim...Günlerden bir gün saat 15:00'te Dolmabahçe Stadı'nda (Şu anki İnönü) Beşiktaş ile maça çıkıyor. 4-2 biten maçta 2 gol atıp duşunu bile alamadan dönemin basketbol maçlarının oynandığı Spor ve Sergi Sarayı'na koşuyor. Bu kez rakip Galatasaray. Çıkıyor sahaya gıkını çıkarmadan 36 sayı atıyor. Evet şaka değil bunlar. "Haftada 2 maç yapıyor adamlar. Çok yoğun tempo, yoruldular yazık" derken utanırız belki biraz. Aynı gün hem Beşiktaş hem de Galatasaray galibiyeti gören belki de tek isim Can Bartu. Hem de iki maçta da sahanın yıldızı olan...

Tarih 10 Haziran 1959...Birçok kişi sonuç bölümünü bilir bu maçın. Ama giriş ve gelişme bölümünü bilen azdır. Galatasaray-Fenerbahçe karşılaşıyor. Maçın henüz 13. dakikasında Fenerbahçe'li bir oyuncu köşe vuruşunda Metin Oktay'a son derece çirkin bir hareket yapar. Metin Oktay buna sinirlenir ve dönüp ona bir tokat vurur. Hakem hemen düdüğünü çalar ve o an sadece tokatı gördüğü için Metin Oktay'a kırmızı kartını çıkarır. Dünyası başına yıkılır Metin Oktay'ın. O maça kadar hiç kırmızı kart görmemiştir. Fenerbahçe kaptanı Can Bartu yaşananları görmüştür. Koşar bir tokatta o vurur kendi takım arkadaşının suratına. Tabi bu sırada olan bitenden habersiz olan Fenerbahçe tribünleri Metin Oktay'a yuh çekiyordur. Metin Oktay döner, tribünlerin önüne gider, iki elini birden çapraz olarak göğsünün üzerine koyar ve diz çökerek Fenerbahçe tribünlerinin önünde eğilir...Tribünlerde çıt yok.. Sonra Sinyor Can Bartu devreye girer ve kırmızı kart iptal ettirilir; Metin Oktay oyuna döner.

Hangi maç mı bu maç? Metin Oktay'ın ağları yırttığı maç...Bu olayın hırsını üzerinden atamayan Metin Oktay sonrasında öyle bir şut çeker ki ağlar yırtılır. Yani o gol de en az Metin Oktay kadar Can Bartu'nun da payı vardır. Belki de daha fazlası... Yıllar sonra Metin Oktay'a bu gol sorulur. Cevap yine ders niteliğindedir:

- O golün bu kadar konuşulma nedeni atıldığı rakip aslında. Herhangi bir takıma bu golü atmış olsaydım unutulur giderdi. Bu kadar konuşulma nedeni Fenerbahçe'nin büyüklüğündendir.
Saygıya, centilmenliğe bakın!

Baba Hakkı...Futbol kariyeri boyunca sadece 1 kart görmüş bir futbolcu...Bir Fenerbahçe maçı...Beşiktaş 2-0 önde ve hala bastırıyor. Fenerbahçe'li oyuncular sanki maçta değil. puanları cebime koyup gideyim demiyor Hakkı Yeten. Oyun durduğu bir anda Fenerbahçe kaptanının yanına gidiyor ve şöyle diyor: "Arkadaşlarına söyle biraz maça asılsınlar. Tribünlerce onca insan para verip keyifli bir maç izlemeye geldi. Kendinize çeki düzen verin" Ve daha da önemli bir anı...1948 yılında oynanan bir maçta az sayıda taraftar Baba Hakkı'yı ıslıklıyor. Maç bitiyor. Hakkı yeten son derece sakin "Bu formayı bana taraftar giydirdi. Şimdi onlar isteyince de çıkarırım" diyor ve futbolu bırakıyor...


Bu ülke Metin Oktay'ları, Can Bartu'ları, Lefter'leri, Baba Hakkı'ları izledi. Centilmenlik, saygı, onur abidesiydi hepsi. Öncelikleri tribündekilere güzel futbol izletmekti. Bu ülkede bir zamanlar "Ya ya ya şa şa şa bizim takım çok yaşa" diye bir tezahurat vardı; hatırladınız mı? Ne kadar naif, ne kadar masumane...Tezahuratların bile 10-15 sene içinde geldiği noktaya bir bakın. Taraftarından futbolcusuna, yöneticisinden hakemine baştan sona çamura saplanmış durumdayız. Futbol mu? Neyini konuşalım ki?
                                                                                                              
                                                                                                                      Burak AKÇAY

Nafile ile Keşke'ler Arasında Gidip Gelen Bir Yoldur Hayat...

Nafile...Ne iç acıtan bir kelimedir bakıldığında. En çok "nafile" yapılan şeyler acıtır insanın canını. Hiçbir şeye üzülmezsin belki. Ama nafile çabalar, nafile sevgiler, nafile yaşanmışlıklar can yakar. Çaresizliği en iyi anlatan cümlelerden biridir "nafile"

Bir futbolcusun örneğin... Final maçına çıkacaksın. Yıl boyu o maçı beklemişsin. Tüm sene çalışmışsın, özelinden kısmışsın. Hatta belki haftalardır bu maçı oynuyorsun kafanda. Tribünde gözlemciler seni izlemeye gelecek. Haberini almışsın. Kaderini belirleyecek bu maç belki de. Maç başlıyor. Tak 3.dakika bir düdük. Yaptığın müdahaleyi kırmızı kartlık görmüş hakem. Ağır bir karar. Tüm hafta çalıştığın, kafanda defalarca oynadığın, kupayı kaldırdığın sahneyi defalarca gözünde canlandırdığın o maç senin için yok artık. Takımın 10 kişi, sen saha dışında. Tüm çalışmalar, tüm emekler nafile...

Yada bir öğrencisin...Bir Türkiye gerçeği olarak senelerdir tek bir sınava endeklemişsin hayatını. Gece gündüz demeden çalışmış, uykundan kesmiş, gezmenden fedakarlık etmiş kitapları hatmetmişsin. Annen, baban umutlarını sana bağlamış. 1 sene hatta birkaç sene bitkisel bir hayat yaşamışsın. Sınav yerine giderken içinde bulunduğun araç bozuluyor. Geç kalıyorsun sınava. Tüm umutlar yerle bir. Tüm çalışmalar, kitap başında geçirilen geceler nafile...

Bir babasın yada...Yıllarca çocuğun için çalışmış, yatırım yapmış, kendinden kısıp üstüne başına bir şeyler almışsın. En güzel yiyecekleri yedirmiş, zamanının önemli bir kısmını ona ayırmış yaşama dair biriktirdiğin ne varsa sermişsin önüne...Sonra yıllar geçmiş. Bir bakmışsın bir huzurevi köşesindesin. Ne bir bakanın var ne de arayıp soranın. Tüm emekler, tüm fedakarlıklar, yürekte biriktirilen sevgiler nafile...

Peki gerçekten "nafile" mi? Çaresizliğe dair çok şeyler anlatan "nafile" sözcüğü aynı zamanda elinden gelenin en iyisini yapmış olmanın huzurunu da barındırmıyor mu içinde? Ucu bucağı olmayan sonsuz bir huzur...Ya o maça yeteri kadar hazırlanmasaydın da daha 3.dakika adele sakatlığından sedyeyle çıksaydın o sahadan? Ya o sınava hazırlanacağına gezip tozsaydın ve sınavda berbat bir derece alıp tüm aileni hayal kırıklıklarına sürükleseydin? Ya seneler geçmiş ve o huzurevinde yatarken oturup düşündüğünde "Çocuğumla zamanında yeteri kadar ilginmedim. İyi bir baba olmadım. Şimdi bu yaptıklarımın cezasını çekiyorum" deseydin?

"Nafile" ile "Keşke" nin savaşında her zaman nafile kazanır unutmayın..."Keşke" yoğun pişmanlıklar içerir içinde. Kendinizi soru işaretleri içerisinde oradan oraya sürüklenirken bulursunuz. Binlerce olasılık, milyonlarca ihtimal uçar oradan oraya. Ya o son ısınmayı iyi yapsaydım? Ya o gün gezeceğime birkaç soru daha çözseydim? Ya çocuğuma biraz daha ilgi gösterseydim? Her soru karşısında bir olasılık. Her yeni olasılıkla birlikte gelen yepyeni sorular...

Oysa "nafile" öyle mi? Elinden gelen her şeyi yapmanın huzuru neye değişilebilir hayatta? Sonu güzel bitmese, hatta fiyaskoyla bile sonuçlansa insanın kendine olan saygısını kaybetmemesi kadar güzel bir şey var mı? Hayat NAFİLE ile KEŞKEler arasında gidip gelen bir yoldur. NAFİLEleri az bir hayatınız olsun diyemeyeceğim ben bu yüzden. Umarım KEŞKEleriniz az olur hayatta...