6 Ekim 2015 Salı
Milli Turnuvalar ve Türk Milli Takımı üzerine...
Burak Akçay: Yoğun ve karlı bir bahis haftasını geride bıraktık ve milli araya girdik. Hazır milli maçlar haftasına girmiş ve boş vakit bulmuşken, seninle bu konuda biraz beyin fırtınası yapmak istiyorum. Sence liglerin tam ritmini bulmaya başladığı haftalarda verilen bu milli aralar ne kadar doğru?
Ayberk Yılmaz: 'Milli ara takımımıza çok iyi gelecek, eksiklerimizi kapatacağız.' sözüne ne kadar da aşinayız, değil mi? Bunu söylemek, milli oyuncusu olmayan takımlar için çok kolay. Peki büyük takım hocaları için nasıl bir duygu? Bence olayı bu açıdan ele almalıyız. Hemen her ligde, milli ara olduğu an, takımların %75'i aktif dinlenme moduna geçiyor. Ama kalan %25, ilk 11'inde yer alan 7-8 isim olmadan taktik antrenmanlar yapmaya çalışıyor. Hikmet Karaman, Aykut Kocaman ve Rıza Çalımbay mutlu. Peki Şenol Güneş, Vitor Pereira, Hamza Hamzaoğlu? Hiç zannetmiyorum. Şenol Güneş açısından bakalım; Gökhan Töre, Oğuzhan, Olcay, Cenk Tosun ve Quaresma milli takımdayken, nasıl bir hücum varyasyon antrenmanı uygulayabilirsin? Mario Gomez'i beslemesi gereken bu isimlere yapılacak koordinasyon çalışmasını, hangi oyuncular ile yapacaksın? İsmail, Necip veya Serdar Kurtuluş'la mı? Es geçmeyelim; Mario Gomez bu 15 günlük boşlukta 150 bin € maaş alacak. Ancak bu kadar profesyonel bir oyuncu, zaten su gibi bildiği antrenmanlar ile 8-10 gününü ziyan etmek durumunda kalacak. Çünkü onun oyununa uyum sağlaması gereken isimler ortada yok. Ancak Rizespor, Kweuke'yi beslemek adına +10 gün çalışma yapma fırsatı yakalayacak. Bu adaletsizliği dengeleyebilmek adına, bahsettiğin "Milli Takım Sezonları' yaratmak şart. Aslında konuyu sen açtın ve eminim ki çok daha detaylı çözüm önerileri düşündün. Sence nasıl uygulamalara imza atabiliriz? Bu dengeyi ne şekilde sağlayabiliriz?
Burak Akçay: Biraz farklı bir görüşüm var benim bu konuda. İkişer sene arayla olmak üzere, dört senede bir Avrupa Şampiyonası, dört senede bir de Dünya Kupası oynanıyor. Yani her iki seneye bir turnuva düşüyor. Tüm bu kargaşa, çaba, yaşanan sakatlıklar, yorgun dönmeler de bu yüzden. Ben şöyle bir çözüm düşünüyorum; çift senelerde yaz aylarında turnuvalar oynansın, tek senelerde de yaz ayında bir sonraki senenin elemeleri yapılsın. Yani 2016 Avrupa Şampiyonası'nın elemeleri 2015 yazında, 2018 Dünya Kupası'nın elemeleri 2017 yazında yapılsın. Örnek verecek olursak; şu anki grubumuzu ele alalım. 6 takımlı bir gruptayız. ve toplam 10 maç yapacak her takım. Yaz ayında 3'er gün arayla yapılacak 10 maç 30 gün yapar. 15 gün de kamp süreci yapılır desek, 45 gün gibi bir sürede tüm elemeler halledilmiş olur. Normal sezonda milli ara verilmeyeceği için, ligler de erken sona erer bu şeklide ve turnuva ile elemelere ekstra zaman kalmış olur. Ne dersin, fazla mı ütopik düşünüyorum?
Ayberk Yılmaz: Bence getirdiğin yorum ütopik değil, ileri görüşlü bir yorum. Oyuncularına yüzlerce milyon euro maaş ödeyen takımlar, 2-3 eleme maçı için büyük kontratlarının riske girmesini istemiyor. Portekiz v Arnavutluk maçında Ronaldo'nun çapraz bağları kopsa, bu ismin maaşını ödeyen Real Madrid'in zararını kim karşılayacak? Belki maddi olarak karşılanır, ancak manevi olarak bu açık nasıl kapatılacak? Portekiz Futbol Federasyonu, Real Madrid'e -en az Ronaldo kalitesinde- bir isim mi hediye edecek? Tabii ki hayır. Bu nedenle senin fikrini destekliyor ve yaz aylarında bu isimlerin maaşlarının federasyonlar tarafından karşılanması gerektiğini düşünüyorum. Günümüz dünyasında en sevilen şey vatan değil, para. Yıldız isimlerden kulüp performansı alabilmek için de, bu paranın feda edilmesi gerekiyor. Ekstra paranın dönmediği bu düzende de, Pele ve Maradona'nın, Ronaldo ve Messi için yana yakıla bahsettiği "Önce Dünya Kupası kazansın." mottosu da alt-üst oluyor. Bu klişeler yok oldukça, uluslararası maçlardan aldığımız keyif katsayısı da giderek azalıyor.
Burak Akçay: Kesinlikle doğru söylüyorsun. Benim bile aklıma gelmeyen farklı artıları çıktı bu planın, söylediklerin sonrası. Muhtemelen futbolcular her sene milli turnuva ve kamp yaşamak istemediği için bu konuya pek sıcak bakmayacaktır. Ama mantıklı düşününce her konuda; hatta onlar için bile çok daha yararlı duruyor bu fikir. Biz yine de hayatın gerçeklerine dönelim. Muhabbet etme fırsatı bulmuşken, milli takımımızın mevcut durumu hakkında da görüşünü sorayım. Kritik maçlara çıkacağız. Sence üçüncülük konusunda şansımız nedir? Kadro yapılanmasını ve alttan gelen yeni nesli nasıl buluyorsun?
Ayberk Yılmaz: Yeni gelen nesil iyi, ama çevresi kötü ! Şaka bir yana, bu ülkede yetişen oyunculara yetenek olarak çok ama çok güveniyorum. Ancak bu isimlere yol gösterecek yönetici, hoca ve takım arkadaşı (özellikle abi demiyorum) eksikliği olduğunu düşünüyorum. Bu sıralar sıklıkla verdiğim örnek Hakan Çalhanoğlu üzerine... Geçen sezon birçok Leverkusen maçında, Hakan'ın kendisinden 14 yaş büyük takım kaptanı Emir Spahiç'e direktifler verdiğine şahit oldum. Yeri geldi uyardı, yeri geldi bağırdı. Ancak Emir Spahiç bu ufak tartışmaları dert etmedi ve olması gerekeni yaptı; Takımın oyun liderine saygı duyup, otorite alanını genişletmesine yardımcı oldu. Bana göre 'örnek takım arkadaşı' yani 'abi' tam anlamıyla budur... Bizim takımın abileri ne zaman Hakan Çalhanoğlu, Ozan Tufan, Oğuzhan Özyakup, Gökhan Töre gibi genç ve başarılı isimleri azar manyağı yapmaz, işte o zaman uçuşa geçebiliriz... Kariyeri boyunca Hakan Çalhanoğlu'nun yarısı kadar başarı elde edememiş Selçuk İnan'ın, milli takımda Hakan'ı ezim ezim ezmesi, benim bile kanıma dokunuyor. Hakan'a ve diğer genç yeteneklere nasıl dokunmasın? Bu nedenle sorunun gençlerde değil, büyüklerde olduğu kanaatindeyim. Gençlerimizin çoğu saygılı isimler, ancak büyüklerinden sevgi görebileni ne yazık ki çok az. Bu nedenle yeni jenerasyonun abilerini yeteneğe göre değil, karaktere göre seçmek gerektiğini düşünüyorum. Bu da Hakan Balta ve Mehmet Topal gibi isimlere hak ettiği değeri göstermekten geçecektir.
Roy Keane değil, Paul Scholes... Emre Belözoğlu değil, Mehmet Topal vb. gibi...
Burak Akçay: Bu konudaki yorumun beni yeni jenerasyon ağırlı bir kadro oluşturma konusunda çok heveslendirdi. Ne dersin, seninle gelecek sene oynanacak turnuvaya gideceğimizi varsayarak keyiflik bir 25 kişilik turnuva kadrosu oluşturalım mı? Eski bir kaleci olarak, kaleci üçlüsünden başlayayım istersen. Onur Kıvrak ne olursa olsun, eldeki kalecilere bakıldığında kadroda olmalı bence. Madem hayal kuruyoruz; tarzını çok beğenmediğim Volkan Babacan'ı kadro dışı bırakıyorum ve maç kondisyonunu görmezden gelip 2.kaleci olarak Fenerbahçe'li Ertuğrul'u kadroya alıyorum. 3. kaleci tercihim ise; biraz tecrübeden yana. Kariyeri boyunca hak ettiği değerin verilmediğini düşündüğüm Hakan Arıkan'ı 3.kaleci olarak seçiyorum. Aslında bu Avrupa'da oturmuş bir sistem. Kulüp takımları da milli takımlar da 3.kalecisini tecrübeli kalecilerden seçiyor. Ama bizde maalesef "Oynayamıyorsam bırakırım abi!" mantığı var. Bu konuyu aşmamız gerekli artık. Bu mantıkla 3.kaleci Volkan Demirel derdim. Ama egosunu ve 3.kaleci olmayı kabul etmeyeceğini bildiğimden dolayı, genç oyunculara örnek olma konusunda da daha fazla güvendiğim Hakan Arıkan son kaleci tercihim olacak. Kaleyi sağlama aldık; savunmaya geçelim ve sözü sana bırakayım.
Ayberk Yılmaz: Yıllardır "Hakan Şükür gibi bir santrfor, Sergen Yalçın vari bir orta saha, Rüştü Reçber kalitesinde bir kaleci çıkaramadık." der dururuz, ki bence de öyle. Ancak bana göre en büyük özlemimiz Alpay, Bülent, Ogün vb. kalitesinde savunma elemanları yetiştiremememiz. 'Tartışmasız bir şekilde' tandeme yerleştirebileceğimiz tek bir isim bile yok. Semih Kaya, Ersan Gülüm, Ömer Toprak gibi isimler son zamanlarda milli takımın gediklisi olmuş olsalar da, ne yazık ki aradığımız özellikleri barındıran isimler değiller. Sayısız eksiklerinin yanı sıra, beraber oynama alışkanlıklarına da sahip değiller. Bu üçlüyü uzun yıllardır takip etmemize rağmen, bir arpa boyu gelişim kaydettiklerini de maalesef göremedik. Bu nedenle eksikleri olan, ancak gelişime açık vizyon sahibi genç oyuncuları ön plana çıkarmak istiyorum. Ki bu isimlerden ikisi beraber oynama alışkanlığına da sahip; Atınç Nukan ve Sezer Özmen...
2006-2010 yılları arasında Beşiktaş altyapısında beraber forma giyen bu iki isim, Furkan Şeker ile birlikte muhteşem işlere imza atmışlardı. 13-18 yaş arası 150'ye yakın maç ve 1500'e yakın antrenmana 'birlikte' çıktılar, gelişim kaydettiler. Serpil Hamdi Tüzün gibi bir hocaları, çocukluğa dayanan arkadaşlık bağları, Alman-Fransız 2. liglerinde şanslarını denemekten çekinmeyecek cesaret ve vizyonları vardı... Leipzig ve Metz belki de bu sene Bundesliga ve Ligue 1'e yükselecek ve takımları ile birlikte Sezer ve Atınç da çok yol katedecek. Eğer şansları yaver giderse, 2018 Dünya Kupası zamanı Major liglerde oynayan 2 genç stoperimiz olacak. Bu nedenle geç kalmadan bu ikiliyi kadroya dahil etmek, önümüzdeki 10 yıl için bir umut ışığı olabilir...
3. adayım ise, listeye 1. sıradan girecek bir isim; Kaan Ayhan. Stoper, sağ bek ve orta sahada görev alabilen Kaan, milli takım için muazzam bir silah konumunda. Stoper oynat, gerektiğinde sağa çek, çok zorda kalırsan orta sahaya at! Yaşı henüz 20 ve hali hazırda en iyi eğitimi alabileceği takımlardan birinde görev alıyor; Schalke...
Listenin 4. sırasında yer alacak isim ise -bana göre- Hakan Balta. Bu genç kadroda yaşanabilecek deneyim ve özveri açığını ancak 'O' kapatabilir. Mevcut formu ile de bu görevi sonuna kadar hak ediyor.
Bek konusunda ise fazla düşünmemek gerektiği kanısındayım. Ülkenin en iyi 5 bekinin 4'ü, Fenerbahçe forması giymekte. Gökhan Gönül, Şener ve Caner hemen herkesin hemfikir olabileceği bir isim. Hasan Ali ve Emre Taşdemir'i ise 4. ve 5. adaylar olarak listeme dahil edebilirim. Ancak Emre Taşdemir henüz hiçbir şey kanıtlamadığı için, kendisine pek sıcak bakmıyorum...
Dilersen bir sonraki mevkiye, orta sahaya geçelim. Yeni futbolun kalbi olan bu mevki için görüşlerin nelerdir?
Burak Akçay: Orta saha için çok iyi alternatiflere sahibiz bana göre. Hatta iddialı olacak belki ama Avrupa'nın yetenek anlamında en iyi 3 orta sahası arasına girebileceğimizi düşünüyorum. Arda Turan ile Hakan Çalhanoğlu'nu en başta yazıyorum bir kere. Uluslararası arenada kendini kanıtlamış oyuncularımız Arda ve Hakan. Takımda ilk onlar yazılmalı, etrafı sonra doldurulmalı bence. Tam bir joker olan, orta sahanın gizli kahramanı Mehmet Topal'ı da tecrübeli kontenjanından yanlarına ekliyorum. Gençlere destek ve örnek olma konusunda da takıma büyük katkısı olacaktır. Aklı futbolda olan bir Gökhan Töre de vazgeçilmezlerimden olur kesinlikle. Onun gibi patlayıcı bir oyuncuya dünyada her milli takımın ihtiyacı var. Beşiktaş'ta skorer tarafı da çok gelişti Gökhan'ın ve olgunlaştı da. Patlayıcı güç deyince aklıma gelen diğer isim de Alper Potuk. Kilitlenen maçlarda hızıyla kilit açacak, gerektiğinde orta saha ve önlibero da oynayabilecek bir Alper de kadroda her an bulunması gereken isimlerden. Fenerbahçe'de henüz tam ritmini bulamasa da Ozan Tufan da mutlaka kadroda olmalı. Öyle bir potansiyeli var ki; bir anda form tutup 25 Milyon Euro'luk bir transfer yapsa kimse şaşırmaz sanırım. Roma'da neredeyse hiç süre alamasa da Bucaspor günlerinden beri hayran olduğum Salih Uçan da benim büyük ümit bağladığım gençlerimizden biri. Futboldışı bir sorunu var gibi geliyor bana. Gizli bir sakatlık, psikolojik bir durum vs.,nedir adını koyamıyorum. Ama o sorunu da atlatırsa önünde çok güzel yıllar var Salih'in. Bu sene Almanya'da flaş bir çıkış yakalayan Yunus Mallı da artık kadroya entegre edilmesi gereken isimlerden. Senin de çok beğendiğini bildiğim Oğulcan Çağlayan'ı da geniş kadroya katma taraftarıyım. Kanatta, orta sahada, "second striker" rolünde kullanabileceğimiz bir yetenek kendisi. İleride de bir Avrupa transferi bekliyorum ondan. Tabi ki Oğuzhan'ı unutmuyorum. Bu sene bir maestro olma yolunda ilerleyen Oğuzhan Özyakup da kadronun kilit isimlerinden olabilecek yetenekte. Formda bir Mehmet Ekici ve eski günlerine dönecek bir Nuri de takımda kendine her daim yer bulabilecek isimler. İki senedir Hollanda'da ciddi süreler alıp göz dolduran Bilal Başacıkoğlu da geniş kadroda mutlaka yer almalı. Hatta keşke süre alsa da kadroda yer bulsa dediğim bir de Uygar var. O kadar geniş bir yelpaze var ki bu bölgede seçim yapmak çok zor gerçekten. Bu zor görevi atlatıp kritik bölgeye geçelim şimdi de. Takımımızda gol yükünü kimler çekecek?
Ayberk Yılmaz: Oyun stilini pek beğenmesem de, son 5 yıla damga vuran Burak Yılmaz gerçeğini es geçemeyiz. Çok yönlü bir oyuncu değil, ancak beklenmedik zamanlarda skoru değiştirme kapasitesine sahip bir isim. Brezilya Milli Takımı'nın bile forvet rotasyonunda sıkıntı yaşadığı bu dönemde, Burak Yılmaz'sız bir aday kadro düşünemiyorum. Ancak kendisini ilk 11'e yazma gafletinde de bulunamayacağım...
Kapasite olarak bu ülke topraklarının çok üzerinde 2 isme sahibiz; Cenk Tosun ve Muhammet Demir. Sevilla ve Valencia gibi başaltı takımlarda rahatlıkla forma giyebileceklerine inandığım bu ikili, kısa sayılmayacak bir süre birlikte oynama şansı da yakaladı. Beraber oynamaya alışkın, birbirlerinin arkasında yedek beklemekten dolayı hır çıkaracak isimler değiller. En önemlisi arkadaşlar ve çok yetenekliler. Forvet mevki için aklımdaki üçlüyü bu şekilde özetleyebilirim. Ama Fernandao'nun Türk vatandaşı olup, Milli Takım'a dahil olma durumunu da %100 desteklerim. İsmi bile hazır şimdiden: "Ferdi" Teknik ve hızlı forvetlerimiz olsa da, -tabir-i caizse- ayıboğan bir santrfora da ihtiyacımız bulunuyor. Fernandao'nun kadroya dahil olması durumunda ise, Burak Yılmaz'ı feda edebilirim;
Güç : Fernandao, Teknik : Cenk Tosun, Hız : Muhammet Demir
Şahsi kanaatim; her tür ihtiyaca cevap verebilecek, çok yönlü bir forvet hattı.
Burak Akçay: Son olarak hayali kadromuzu toparlayıp noktayı koyalım o zaman.
Kaleci: Onur Kıvrak, Ertuğrul Taşkıran, Hakan Arıkan.
Savunma: Gökhan Gönül, Şener Özbayraklı, Atınç Nukan, Kaan Ayhan, Sezer Özmen, Hakan Balta, Caner Erkin,
Orta saha: Mehmet Topal, Ozan Tufan, Salih Uçan, Oğuzhan Özyakup, Gökhan Töre, Hakan Çalhanoğlu, Arda Turan, Yunus Mallı, Mehmet Ekici, Alper Potuk, Oğulcan Çağlayan
Forvet: Fernandao, Cenk Tosun, Muhammet Demir, Burak Yılmaz.
Artı Kontenjan: Nuri Şahin - Bilal Başacıkoğlu- Uygar Mert Zeybek- Emre Taşdemir- Hasan Ali
Kurgusal 11:
Onur Kıvrak
Gökhan Gönül (Şener) - Kaan Ayhan - Atınç Nukan - Caner Erkin
Oğuzhan Özyakup - Mehmet Topal (Ozan Tufan)
Gökhan Töre - Hakan Çalhanoğlu - Arda Turan
Fernandao
30 Eylül 2015 Çarşamba
Başakşehir-Galatasaray maçı üzerine... Duygusal değil, kurgusal analiz...
Tarih: 03.10.2015
Maç: Başakşehir v Galatasaray
Maç: Başakşehir v Galatasaray
Ana Tercih: H1 (1,65)
Burak Akçay: Dün konuştuğumuz Rizespor-Bursaspor maçının oranları beklediğimiz gibi İnteltek tarafından değiştirildi. 3,20 olan Bursaspor galibiyeti oranı 2,30'a, 1,60 olan Bursaspor yenilmezliği 1,30'a düşürüldü. Ben bu hafta Türkiye'de bir maçta daha bu tarz bir yüksek oran denemesi yapılabileceğini düşünüyorum. Senin de bu maçla ilgili görüşlerini çok merak ediyorum açıkçası. Birkaç soruyla başlayayım istersen. Galatasaray'ın bu hafta Başakşehir karşısında galip gelme olasılığı sence nedir? Astana gibi yorucu bir deplasmandan 3 gün sonra çıkılacak bu maçta Astana maçı etkileri ne derecede olur?
Ayberk Yılmaz: Galatasaray, oyuncuların yeterince forma giremediği bu dönemde Avrupa'nın en uzak deplasmanına gitti ve iki kez öne geçtiği maçta, son dakikada gelen golle 1 puana razı olmak durumunda kaldı. Yorgunluk, moralsizlik, formsuzluk, eksik oyuncular, eleştirilen bir hoca, güven vermeyen bir yönetim, gidilecek bir deplasman ve açılması gereken kapalı bir kutu... Bir maçta puan kaybetmek için en önemli etkenleri sıralarsak, (ki 8 adet sıraladık) bu haftaki Galatasaray'ın ilgili kriterlerin hemen hemen tamamını kapsadığını rahatlıkla belirtebiliriz. Galatasaray gibi bir takımı karşımıza almak kolay olmaz, ancak ev sahibine verilen yüksek oran olay olur! Biraz da olaya ev sahibi penceresinden bakalım; Sana göre Başakşehir şu ana kadar hak ettiği yerde mi? Uzun vadede Abdullah Avcı'nın planlarının ne yönde olacağını tahmin ediyorsun?
Burak Akçay: Bence şu ana dek hak ettikleri yerin bir tık altındalar. O alıştığımız az yiyen ve kontralardan etkili olan takım hüviyetini ilk haftalarda oturtamamışlardı. Yeni transferlerin de takıma uyum sağlamasıyla son iki haftadır alıştığımız Başakşehir'i izlemeye başladık. Bunun nedenlerinden biri de bana göre Başakşehir'in geçen seneki çıkışı sonrası gereğinden fazla favori konumuna getirilmesi. Bu seneye dek hiç favori gibi oynamamıştı Başakşehir. Hep dirençli, sabırlı, bekleyen takım konumundaydılar. Ama geçen sene gelen UEFA başarısı ve bu sene ligdeki diğer takımların onlara bakış açıları hem Az Alkmaar hem de ligin ilk iki maçı olan Antalya ve Kasımpaşa maçlarında onları yanılgıya düşürdü. Bursaspor maçıyla birlikte Abdullah Avcı'nın başarıyı getiren sisteme dönmesiyle birlikte takım kendine geldi ve galibiyetler de arka arkaya gelmeye başladı. Abdullah Avcı demişken, siyasi yakınlıkları bir kenara bırakırsak kendi adıma Abdullah Avcı'nın sportif anlamda hak ettiği değeri görmediğini düşünenlerdenim. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?
Ayberk Yılmaz: Abdullah Avcı, her şeyden önce futbol karakteri olan bir teknik adam. Klişelerden hoşlanmayan, oyuncularını fundemental anlamda geliştiren ve isimsiz yıldızlar yaratmayı görev edinmiş bir isim. Saha dışındaki ideolojisinden haz etmesem de, saha içerisinde "sosyalist" bir isim. Oyuncularına, rakibe ve taraftara karşı bakış açısını eşitliğe dayalı temeller üzerine kurmuş, kendi fikirleri ile istikrar sağlamaya çalışan bir sistem yaratmış. Senin de bahsetmiş olduğun gibi, bu sistem zaman zaman açıklar veriyor; Favori konumuna geçtiği an, test edilmiş başarılı bir B planı olmadığı için sendeleme yaşamaya yatkın takımlar yaratıyor. Ancak Süper Lig'in kalitesini baz aldığımızda, B planına çok da ihtiyaç duymuyor. "Papaz hergün pilav yemez." diye bir söz vardır, ancak ligimizin kalbur üstü takımları günde 2-3 tabak yemekten bıkmıyor, usanmıyor. Avcı, bu takımın başına geçeli 9 sene oldu. 2 senelik Milli Takım macerasında da, Başakşehir'i çok yakından takip etmeye devam etti. Kontrollü oyun yapısı ve 10 seneye yaklaşan istikrarlı çizgisi nedeniyle kendisini "Atanamamış Lucescu" olarak tasvir etmeyi uygun buluyorum. 1991-96 arasındaki Lucescu'nun Brescia kariyerini de, Abdullah Avcı'nın Başakşehir serüvenine çok ama çok benzetiyorum. "Lucescu gibi olacak." diyemeyiz, ancak Lucescu'ya en yakın Türk ismin Abdullah hoca olduğunu düşünüyorum. Bu betimlemeler kolay kolay bitmez, en iyisi diyalog alanımızı genişletelim ve bir soru da benden sana gelsin. Abdullah Avcı'nın büyük takımları seven yapısı bu maçta da devam eder mi? Galatasaray'a karşı "Önce hüplet, sonra gümlet" mentalitesiyle bir galibiyet çıkarabilir mi?
Burak Akçay: Neden olmasın? Geçtiğimiz sene bu sahada 4-0 gibi net bir skorla kazanmışlardı. Dediğin gibi, Abdullah Avcı elindeki kadrodan maksimum katkıyı sağlayabilen bir teknik adam. Bu maçta da Galatasaray'a sürprizler hazırladığına eminim. Ben farklı bir noktadan daha bakacağım bu maça. Abdullah Avcı Galatasaray kökenli bir teknik adam. Hamza Hamzaoğlu bu kadar tartışılırken bu maçta kendini iyice gösterip ileride oluşabilecek olası Galatasaray teknik direktörlüğü adaylığı için de bir imza atabilir diye düşünüyorum. Elinde de buna uygun bir kadro var. Doka, Visca, Cenk Ahmet gibi kontra atağa çok uygun orta saha elemanlarına, Emre Belözoğlu ve Mehmet Batdal gibi geçmişte Galatasaray maceraları olup kulüpten pek de iyi ayrılmamış iki oyuncuya sahipler. Özellikle de Emre böylesi bir takım için müthiş bir silah. Sinirlerine hakim olduğu sürece sahada fark yaratacaktır. Tüm veriler ışığında toparlayacak olursak, Başakşehir yenilmezliği, hatta sistem kuponlarında galibiyeti gayet güzel duruyor diyebilir miyiz?
Ayberk Yılmaz: Açıkçası güzel duruyor demek doğru ve yeterli olmaz, çünkü 'aşırı güzel' duruyor. Galatasaray galibiyetinin 2,00'nin üzerinde olması gerektiğini düşünürken, açılmış bu olan bu oranı gördüğümde gözlerime inanamamıştım. Tahminimce oranları belirleyen İnteltek yetkilileri de, 1-2 gün içinde hatalarının farkına varacaktır. Tıpkı dün gece Rizespor v Bursaspor maçında yapmış olduğumuz gibi, Başakşehir v Galatasaray maçına da erken kuponlarda yer vermeliyiz. Galatasaray'ın karışık seyrettiği şu zaman diliminde sarı ile kırmızı karışır ve ortaya çıkan turuncu renk sahada daha baskın bir görüntü çizebilir. Bu ihtimali göz önüne alarak tüm bahisleri ev sahibi üzerine kurgulamanın cesur ama mantığa uygun bir hamle olacağı kanaatindeyim.
Ayberk Yılmaz & Burak Akçay
30.09.2015
29 Eylül 2015 Salı
Rizespor-Bursaspor maçı üzerine...Türkiye gerçekleriyle kavrulmuş diyalog şeklinde maç önü analizi...
Tarih: 04.10.2015
Maç: Rizespor v Bursaspor
Ana Tercih: X2Ç (1,60)
Sistemlik Tercihler: MS2 (3,20) , İY0/MS2 (6,50)
Türk futboluna farklı bir pencereden bakıp, bu algoritmayı tümden gelim ile çözmeye çalışan herkesin aklında soru işareti oluşturabilecek bir maç ile Ekim ayı yorumlarına başlıyoruz. 28.09.2015 tarihine damga vuran olayların bir sonraki haftaya nasıl yansıyacağı ile ilgili kurgular hazırlamak kağıt üzerinde keyifli, ancak Türk futbolu açısından -ne yazık ki- oldukça acı bir durum. Buna rağmen, konu hakkında 3-5 satır yazmak zorundayız. Okuma kısmında da maksimum keyfi almanız için yazıyı ikili diyalog şeklinde yapmayı planladık. Gelin hep beraber (camiaların affına sığınarak) felsefik bir tartışma havasında beyin fırtınasına başlayalım.
Ayberk Yılmaz: Bana göre haftanın en dikkat çeken maçı Rizespor - Bursaspor maçı olacak. Birçok açıdan çok konuşalacak bir maç olacak gibi. İnteltek de maça ilginç oranlar açmış. Aklımdaki ilk soruyla başlayayım. Kasımpaşa v Rizespor maçında çıkan 2 kırmızı kart, 90+6'da çalınan tartışmalı penaltı düdüğü, Rizespor'un aldığı haksız (herkes bu konuda hemfikirdir sanırım) 1 puan ve Deniz Çoban'ın maç sonu açıklamaları, bu maçı ne şekilde etkiler sence?
Burak Akçay : Valla ne denebilir ki? Dediğin gibi çok ilginç bir maç olacak. Bu haftaya da maalesef hakem hataları damga vurdu. Önce Halis Özkahya sonra da Deniz Çoban yaptıkları kritik hatalarla maçların kaderiyle oynadı. Tek sevindirici nokta Deniz Çoban'ın maç sonu hatasını kabul edip özür dilemesi. Bu ülkemizde pek alışıldık bir durum değil. Tabi ki sonuçları da farklı olacaktır. Dünden beri bu olay konuşuluyor. Muhtemelen hafta boyu da konuşulacak. Bence bu durum Rizespor'un ilk maçında negatif, Kasımpaşa'nın ilk maçında da pozitif şekilde takımlara etki edecektir. Net hatalar yapılmasa bile bu hafta Kasımpaşa lehine, Rizespor aleyhine ince ince ayarlamalar olacağını düşünüyorum. Peki ben de sana sorayım; Bursaspor - Eskişehirspor maçı 0-0 devam ederken, Bursaspor yönetimi ve Ertuğrul Sağlam için başlayan istifa çağrısının ardından gözyaşlarını tutamayan Ertuğrul Sağlam'ın gözyaşlarının ve maç sonu açıklamalarının bu maça nasıl bir etkisi olur?
Ayberk Yılmaz : Bursaspor taraftarı kaybedilen Süper Kupa ve ligde oynanan 5 maçta alınan 4 mağlubiyet nedeniyle agresif bir tutum içerisine girdi ve yönetime karşı bir duruş sergilenmeye başlandı. Bu tepkinin doğal olduğunu düşünüyorum, ancak Ertuğrul Sağlam'a yapılanların haksızlık olduğu kanaatindeyim. Taraftar tepkili, doğru. Ancak bu tepki sahadaki skorlardan çok, sezon başı elden kaçırılan Şenol Güneş, Fernandao, Şener, Volkan Şen, Ozan Tufan, Bakambu ve Bellushi'den kaynaklı. Kulüp iyi bir gelir elde edip akıllı bir transfer politikası sergiledi, ancak gönderilen isimlerin çoğunlukla İstanbul yolunu tutması taraftarın sabrını biraz zorladı. Eğer bu isimler Bakambu gibi Avrupa'ya gitse, bugünkü tepkilerin yarısını bile görmeyebilirdik. Ertuğrul Sağlam'ın oyun görüşünü desteklemesem de, camia ve Türk futbolundaki yerine büyük saygı duyarım. Kentçe sevilen ve sahip çıkılan Ertuğrul Sağlam için oynayacak futbolcular, Rize deplasmanında hocalarına kritik bir galibiyet hediye edebilirler. Dzsudzsak, Necid, De Sutter, Josue, Stoch, Faty ve Cuenca gibi şampiyonluk kalibresinde futbolular ile sonuca gidecekleri ve hocalarını sevindirecek skor ile Bursa'ya döneceklerini tahmin ediyorum. Tabi olaya bir de Rize cephesinden bakmak gerek... İlk 6 haftada mağlubiyet alamayan tek takım olan Rize, bu ilginç serisini devam ettirebilir mi? "Her serinin bir sonu vardır." sözünü, bu maç için kullanabilir miyiz?
Burak Akçay : Rizespor inişleri-çıkışları çok olan bir takım. Birçok maçta beklenmedik, ekstra puanlar aldı. Misal ilk hafta Gençlerbirliği maçı...3 puan gitti denirken Kweuke - Hikmet Karaman arasında yaşanan penaltı krizi ve sonrasında birden inanılmaz hırslanma ile son dakika ekstra bir gol. İkinci hafta Fenerbahçe maçı...Fenerbahçe 2.yarı doğruları yapmaya başlamışken ve pozisyon vermezken kendi kalesine atılan bir gol ve gelen 1 puan. Üçüncü hafta Eskişehirspor maçı...Rakibe verilen 23 şut imkanı ve alınan 1 puan. Dördüncü hafta Sivasspor karşısında 1-0 mağlupken 10 kişi kalan takım ve yine Kweuke ile gelen 1 puan. Beşinci hafta Antalyaspor karşısında gelen rahat galibiyet ve son hafta da Kasımpaşa maçı. Rizespor'un yenilgiyi kabullenmeyen yapısını ve hücum futbolunu beğeniyorum. Ama şunu da kabul etmek gerekir ki; şans faktörü de şu ana dek hep yanlarındaydı. Antalyaspor maçı dışında hangi maçta mağlup olsalar şaşıran olmazdı sanırım. Peki tekrar Bursaspor cephesine dönecek olursak, eleştiri oklarının yöneldiği Bursaspor ilk 5 haftada sadece 1 galibiyet alabildi, ancak 6. hafta sonunda liderin sadece 7 puan gerisindeler. 1-2 seri galibiyet ile üst sıralara tırmanma ihtimallerini nasıl değerlendirebiliriz?
Ayberk Yılmaz : Bursaspor için henüz kaybedilmiş hiçbir şey yok. Tıpkı Osmanlıspor veya Antalyaspor'un henüz hiçbir şey kazanmadığı gerçeği gibi! İlk 5 hafta skor olarak gayet kötülerdi, ancak kaybedilen 4 maçın 2'sinde Trabzonspor ve Fenerbahçe ile karşılaştıklarını da es geçmememiz lazım. Eğer fikstürleri daha kolay olsa, şu an 12 puan ile 3. sırada dahi yer alabilirlerdi. Zaten son alınan galibiyet ile lider ile puan farkının 7'ye inmesi de bunun en büyük göstergesi. Bu haftalarda lider olan takımların, sezon sonu küme düştüğünü hatırlıyoruz. Tam tersi durumları da sıklıkla yaşıyoruz. Teknik heyete tahammülü olmayan bazı Bursaspor taraftarlarına da, şu an 14. sırada bulunan Mourinho'lu Chelsea örneğini hatırlatmak istiyorum. Bursaspor için işler düzelecektir, buna inansınlar yeter...
Özetle şunu söyleyebiliriz; Türk futbolunun kaotik yapısı, her sektörde yalandan çıkar ilişkileri ve sportif değerlendirmeler ışığında bu maç için tercihimiz Bursaspor yenilmezliği, hatta galibiyeti yönünde olacak. 1,60'lık yenilmezlik oranı şahane. 3,20'lik galibiyet oranı ise olağanüstü. Hele hele ilk yarı tutan, ikinci yarı vuran Ertuğrul Sağlam taktiği nedeniyle 6,50'lik İY0/MS2 oranını da akıl almaz olarak nitelendirebiliriz. Yeşili bol iki ekibin mücadelesinde, beyaz sayfa açmaya daha fazla ihtiyacı bulunan yeşil-beyazlı ekibin yanında yer alıyoruz.
Ayberk Yılmaz & Burak Akçay
29.09.2015
16 Eylül 2015 Çarşamba
Skenderbeu v Beşiktaş
Skenderbeu v Beşiktaş
Sezona 4 maçta attığı 12 gol ve 3 galibiyet ile başlayan Şenol Güneş'in öğrencileri, sezonun ilk Avrupa maçına Arnavutluk'ta çıkacak. Uzun süreli sakatlıkları bulunan Tolgay ve Veli'nin yanı sıra, Hollanda maçından beri ağrıları bulunan Oğuzhan ve geçtiğimiz sezon oynanan Brugge maçında kırmızı kart gören Olcay, bu maçta forma giyemeyecek. Bu da kadroyu aşağı yukarı şekillendirmemiz için yeterli bir veri;
Veli, Tolgay ve Oğuzhan'ın yokluğunda Atiba & Necip ikilisinin oynamasına kesin gözüyle bakıyorum. Hücum alanında oynayacak 4 isim için ise aday sayısı 6'ya düşmüş vaziyette. Gökhan Töre'nin yükselen formu, Sosa'nın alternatifsiz oluşu, Quaresma'nın Avrupa sahnesinde kendini gösterme çabası ve Kerim'in daha fazla süre bulma hırsı, Cenk ve Gomez'in bitirici ruh halleriyle birleştiğinde, 3+ gol aklımda belirmeye başlıyor. Lig yarışı da devam ederken Şenol Güneş "4-5 gollü bir galibiyet istiyorum." demeyecektir, ancak hevesli futbolcularını da dizginlemek için ekstra çaba göstermeyecektir. Bu da bir türlü ilk 11'i garanti altına alamayan hücum oyuncularının kendini göstermesi için büyük bir şans. Bu ideolojiye güvenerek 4-5 golü makul buluyorum. (2-3 gol ise can simidi olarak kenarda duracak.) Beşiktaş'ın Mersin ve Gaziantep deplasmanlarında da 4 ve 5 gol bulduğunu hesaba katarsak, bu ihtimaller "imkansız" görünmüyor.
Savunma hattında rotasyon söylentileri mevcut. Tosiç ve Beck yerine, İsmail & Serdar ikilisini izleyebiliriz. Beşiktaşlıları memnun eden bir ikili olmayabilirler, ancak Arnavutluk şampiyonu ile başa çıkabileceklerini tahmin ediyorum. Rhodolfo & Ersan tandeminin bozulmayacağını düşünüyorum, ancak bozulsa bile Pedro & Milo ikilisinin bu maçı kotaracağını tahmin ediyorum.
KGY oranı 1,55. Maçın da H2 bitmesini düşünüyoruz. Bu iki veriyi tek potada erittiğimizde, elde 0-2 ile 0-5 arasındaki 4 skor kalıyor. kombinelerde yer verdiğimiz 2 ve H2 haricinde, MBS:1 avantajıyla skor bahsine de yönelmek istedik ve aşağıdaki kombinasyonu hazırladık;
0-2 (5,25) x 5 (İadeye ayarlandı)
0-3 (8,00) x 3 (İadeye ayarlandı)
0-4 (18,00) x 10 (1'e 6,66'ya ayarlandı)
0-5 (20,00) x 9 (1'e 6,66'ya ayarlandı)
MS2 (1,30) H2 (2,15)
Oku, aklına yatarsa oyna, şansın varsa kazan !
Sezona 4 maçta attığı 12 gol ve 3 galibiyet ile başlayan Şenol Güneş'in öğrencileri, sezonun ilk Avrupa maçına Arnavutluk'ta çıkacak. Uzun süreli sakatlıkları bulunan Tolgay ve Veli'nin yanı sıra, Hollanda maçından beri ağrıları bulunan Oğuzhan ve geçtiğimiz sezon oynanan Brugge maçında kırmızı kart gören Olcay, bu maçta forma giyemeyecek. Bu da kadroyu aşağı yukarı şekillendirmemiz için yeterli bir veri;
Veli, Tolgay ve Oğuzhan'ın yokluğunda Atiba & Necip ikilisinin oynamasına kesin gözüyle bakıyorum. Hücum alanında oynayacak 4 isim için ise aday sayısı 6'ya düşmüş vaziyette. Gökhan Töre'nin yükselen formu, Sosa'nın alternatifsiz oluşu, Quaresma'nın Avrupa sahnesinde kendini gösterme çabası ve Kerim'in daha fazla süre bulma hırsı, Cenk ve Gomez'in bitirici ruh halleriyle birleştiğinde, 3+ gol aklımda belirmeye başlıyor. Lig yarışı da devam ederken Şenol Güneş "4-5 gollü bir galibiyet istiyorum." demeyecektir, ancak hevesli futbolcularını da dizginlemek için ekstra çaba göstermeyecektir. Bu da bir türlü ilk 11'i garanti altına alamayan hücum oyuncularının kendini göstermesi için büyük bir şans. Bu ideolojiye güvenerek 4-5 golü makul buluyorum. (2-3 gol ise can simidi olarak kenarda duracak.) Beşiktaş'ın Mersin ve Gaziantep deplasmanlarında da 4 ve 5 gol bulduğunu hesaba katarsak, bu ihtimaller "imkansız" görünmüyor.
Savunma hattında rotasyon söylentileri mevcut. Tosiç ve Beck yerine, İsmail & Serdar ikilisini izleyebiliriz. Beşiktaşlıları memnun eden bir ikili olmayabilirler, ancak Arnavutluk şampiyonu ile başa çıkabileceklerini tahmin ediyorum. Rhodolfo & Ersan tandeminin bozulmayacağını düşünüyorum, ancak bozulsa bile Pedro & Milo ikilisinin bu maçı kotaracağını tahmin ediyorum.
KGY oranı 1,55. Maçın da H2 bitmesini düşünüyoruz. Bu iki veriyi tek potada erittiğimizde, elde 0-2 ile 0-5 arasındaki 4 skor kalıyor. kombinelerde yer verdiğimiz 2 ve H2 haricinde, MBS:1 avantajıyla skor bahsine de yönelmek istedik ve aşağıdaki kombinasyonu hazırladık;
0-2 (5,25) x 5 (İadeye ayarlandı)
0-3 (8,00) x 3 (İadeye ayarlandı)
0-4 (18,00) x 10 (1'e 6,66'ya ayarlandı)
0-5 (20,00) x 9 (1'e 6,66'ya ayarlandı)
MS2 (1,30) H2 (2,15)
Oku, aklına yatarsa oyna, şansın varsa kazan !
4 Eylül 2015 Cuma
Futbolda Reform Yapan Taktik Dehalar ve Sistemlerin Yıllar İçindeki Devinimi...
Harry Redknapp "Maçı taktikler kazandırmaz" dediğinde gerikafalı ilan edilmişti bir zamanlar. Birçok kişi Redknapp'ın futbolun değişiminin ve geldiği noktanın farkında olmadığını ve bu kafayla piyasada barınmasının mümkün olamayacağını söylemişlerdi. Bunun yanında birçok teknik adam da Redknapp'a hak veriyordu. Arsene Wenger teknik direktörlüğünün ilk zamanlarında takımının kazanması için dua ettiğini açıklamıştı. Ve şöyle de devam ediyordu Fransız teknik adam "Zaman ilerledikçe de daha iyi oyunculara sahip olmak için dua etmeye başladım." Kendi döneminin en başarılı İngiliz menajerlerinden Matt Busby ise The Football Man kitabının yazarı Arthur Hopcraft’e Manchester United’da geçirdiği ilk dokuz ay boyunca taktik tahtasını kullanmadığını memnuniyetle anlatıyordu.
Bir araştırma teknik direktörlerin bir başarı üzerindeki etkisinin maksimum %10 seviyelerinde olduğunu söylüyor. Bu ne kadar doğru tartışılır ama bazı teknik direktörlerin futbolda reform yaptıkları bir gerçek. Futbol ilk oynanmaya başladığında "Topluca defans, topluca hücum" ilkesiyle sistemsiz oynanıyordu. Ama bu hayal ettiğiniz tarzda değil gerçekten toplucaydı. Yani koloni halinde tüm oyuncular aynı anda topa koşuyor ve kuru kalabalıktan başka bir şey ortaya çıkmıyordu.
Zamanla İskoçların 2-2-6, Macarların 2-3-5 gibi taktikleri ortaya çıktı. İngiltere'de ise; 1925 yılında ofsayt kuralı uygulanmaya başladıktan sonra "Klasik Formasyon" ortaya çıktı. Bu formasyonda; bir kaleci, 2 savunma oyuncusu, 3 orta saha ve 5 hücum oyuncusu bulunuyordu. Savunma oyucuları alan savunması yapıyor, orta saha oyuncuları top kaybına engel olmaya ve geri çekilerek savunmaya yardım ediyorlardı. Ayrıca orta sahadan bir oyuncu hücuma katkıda bulunuyor ve hücum bloğu 6 kişiye yükseliyordu. Kanatlarda oynayan orta saha oyuncuları hem alan, hem de adam adama savunmayı beraber gerçekleştirerek rakip orta saha oyuncularını çizgiye gitmeye zorlayarak kendi kalelerinden uzak tutmayı amaçlıyorlardı.
Derken Herbert Chapman bir devrime imza attı ve "WM Sistemi" ni ortaya çıkardı. M şeklinde dizilen defans ve W şeklinde dizilen hücum hattına eşit olarak paylaştırılan ofans ve defans görevleri bu sistemin ana temasını oluşturuyordu. İki stoperin önünde yer alan libero ve onun da önünde yer alan iki önlibero "M"yi oluşturuyordu. "M" takımın defansif görevlerini ifade ediyordu. "W" ise takımın hücum hattını ifade ediyordu. İki önliberodan top alıp dağıtacak iki orta saha oyuncusu, iki tane de açık oyuncusu. Tek santrafor da takımın gol yükünü çekiyordu.
1920'li yıllarda adı sanı duyulmamış Arsenal'i efsane yaptı Chapman bu sistemle. 1927 yılında ise FA Kupası'nda final oynamışlardı. Daha sonra 1929-30 sezonunda bu sefer FA Kupası'na uzanıldı. 1930-31 sezonunun sonunda Arsenal 127 golle şampiyon olunca bu sistem tüm İngiltere'ye ve hatta dünyaya yayılmaya başladı. İki yıl sonra ise 1932-33 sezonunda 118 golle bir şampiyonluk daha alındı. Arsenal artık ofansif anlamda müthiş bir güç haline gelmişti.
1934 yılında Chapman hayatını kaybetti ve futbol dünyasına WM'yi hediye etti. Arsenal 1933-34 ve 1934-35 sezonlarında da Chapman'ın kurduğu sistemin devan ettirilmesi ile şampiyon olmayı başardı. Bu ofansif ama aynı zamanda son derece de katı bir sistemdi , oyunculara özgürlük tanımıyor; herkesten ofansif veya defansif görevlerinden birini yüklenmesini istiyordu.Uzun yıllar varlığı sürdürdü bu formasyon dünya futbolunda. Ta ki; Macar Milli takımı İngiliz milli takımına bir maçta 6, diğer maçta 7 gol atana dek...
Bu tarihtan sonra iki taktik kasıp kavurdu dünyayı. Önce ilkinden başlayalım. Yani Herrera'nın "Catenaccio" sundan. O zamanlar İnter'in başında olan Fas asıllı İspanyol bir ailenin Arjantinli ve aynı zamanda Fransız vatandaşı çocuğu hoca Helenio Herrera çıkarmıştı bu sistemi. Catenaccio İtalyanca kilit demekti ve sistemin temel amacı maçı 1-0 galip bitirmekti. Herrera bu sistemi kurarken, Avusturyalı efsane hoca Karl Rappan'ın "zincir" orjinal adıyla verrou sisteminden etkilenmişti. Ama Rappan'ın zinciri Herrra'nın "kilit"i kadar defansif bir anlayış değildi.
Taktiğin dizilişi 5-3-2 şeklindeydi. 5-3-2'in varyasonlarını oynayan Herrara'nın Inter'i zamanla hızlı kontra atağa çıkma ve defanstan gönderilen uzun toplarla etkili olma konusunda ustalaşmıştı. Orta sahada defansif özellikleri yüksek olan üç oyuncunun yanı sıra, az önlerinde forvete yakın bir yerde oynayan oyun kurucu bulunuyordu. Son olarak bir de şimdiki tabirle uzun ve güçlü bir "Target man" yani hedef santrafor kilit noktalarından biriydi bu sistemin. Sistem tanıdık gelebilir. Çünkü Yunanistan 2004'te Avrupa Şampiyonluğu'na ulaşırken Otto Rehagel buna çok benzer bir taktikle sahaya sürmüştü takımını.
Inter sürekli eleştiri alan bu sistemle büyük başarılar kazandı. Herrera'nın takımın başında olduğu sekiz sezonda 2 Şampiyon Kulüpler Kupası, 2 Kıtalararası Kupa, 3 Serie A şampiyonluğu, 1 İtalya Kupası kazanıldı. Özellikle oyun kurucu-önliberosu yani "deep lying playmaker"ı Mazzola büyük ün kazanmıştı. Herrera daha sonra Roma, Rimini ve Barcelona'da da aynı sistemi kullandı. Evet yanlış duymadınız.Barcelona gibi bir takıma Catenaccio oynatan bir adamdır Herrera. Bu konuda da gerçek bir fenomendir. Barcelona'daki ikinci yılında bu taktikten vazgeçmeyi bilecek kadar da zekiydi.
Catenaccio İtalya'ya aitti ve ülke sınırları dışına fazla çıkmaması gerekiyordu. 1967’deki finalde de Celtic’e karşı takımı 1-0 öne geçince adeta dükkanı kapatıp kepenkleri indirdi Herrera. Maçın geri kalanında çok iyi mücadele etmelerine rağmen savunmayı o kadar geride kurmuşlardı ki bu durum Celtic’e alışılmış oyununu oynama fırsatı verdi. Bunun sonucunda da İskoçlar Inter kalesine tam 39 şut attılar ve önce beraberliği yakaladılar, ardından da galibiyet golünü bulup maçı 2-1 kazandılar.Bu da yavaş yavaş taktiğin işlevselliğini yitirmesi anlamına geliyordu.
Gelelim madalyonun diğer tarafına. Yani "Brezilya'nın 4-2-4'üne. 1958 Yılında İsveç’te düzenlenen Dünya Şampiyonası'nda, Brezilyalılar tarafından final maçında kullanıldı bu taktik. Gerideki savunma bloğunu dört savunma oyuncusu sağlar. İki bek oyuncusu yan yana oynar ve bunlardan herhangi biri, takım hücuma çıktığı anda orta alana destek olur. Ortada yer alan bekler ise savunmada dengeyi sağlar ve yan taraftaki beklere yardımcı olurlardı. Orta alandaki oyuncular ise; hücuma destek olmanın yanında savunma ve hücum arasındaki bağlantıyı sağlarlardı.
Takımın yükünün büyük kısmını orta saha oyuncuları çekerdi bu sistemde. Hücum oyuncusundan iki tanesi oyun alanının kenarlarını kullanırlarken diğer taraftan ortada oynayan hücum oyuncularına pozisyon hazırlarlardı. Ortadaki hücum oyuncuları ise; büyük ölçüde gol atmayı düşünürler ve orta saha oyuncuları ile direkt olarak bağlantı içinde olurlardı. Orta sahadan gelecek sürpriz oyunculara boş alan yaratarak onların gole yönelik çabalarına zemin hazırlarlardı.
İlk bakışta güzel bir sistem gibi dursa da dezavantajları da çoktu bu sistemin. Savunma için 4 oyuncu yetmemekte, savunma ile hücum arasındaki bağlantıları iki ortasaha oyuncusu sağlayamamakta ve orta saha üstünlüğü böylece rakibe kaptırılmaktaydı. Tabir-i cazise şu andaki "box to box" tipi iki oyuncu defans ile hücum arasındaki bağı kurmakla görevliydi ve bu yük tamamen onların omuzlarındaydı. Ama iki kişi bu yükü kaldıramıyordu. Bu nedenle defans ile ofans arasında büyük kopukluklar oluyordu. Başarı sağlamak zordu bu sistemle. Tabi takımınızda Garrincha, Pele gibi müthiş oyuncular yoksa.
Tüm bu dezavantajları nedeniyle varlığı da fazla sürmedi bu sistemin. Ama Maslov'a ilham kaynağı oldu. 60'larda Maslov çıktı ortaya ve bu taktiği geliştirdi. Yani nam-ı değer: "presin mucidi" Maslov’un Dinamo Kiev’in başına geçmesi, Maslov devriminin de başlangıcı oldu. Brezilya’nın 1958 Dünya Kupası’nda zafere ulaşırken uyguladığı, ileri dörtlüden birinin geriye gelerek orta sahayı üçlemesi fikrini bir adım ileri taşıyarak iki kenar forveti de geriye çekerek orta sahayı dörtledi ve 4-4-2 sistemini oluşturdu. Her ne kadar 4-4-2’nin mucidinin sıklıkla İngiliz teknik direktör Sir Alf Ramsey olduğu söylense de, Maslov ondan birkaç yıl önce bunu takımında uygulamıştı.
Dizilimden bağımsız, Maslov’un futbola getirdiği en önemli unsur presti. Adam markajı yerine alan savunmasını tercih ediyordu Maslov. Nedenini soranlara ise şöyle diyordu: "Adam markajı, uygulayan oyuncuya yapılan bir hakarettir, eziyettir. Onu küçük düşürür ve kahreder" Bu boğucu ve presli oyun anlayışı oyuncuların fiziksel üstünlükleriyle de birleşince rakibi kendi alanına hapseden bir oyun anlayışına dönüştü. Bu taktikle 1966, 67 ve 68 yıllarında Sovyet Ligi şampiyonluğuna ulaştı ve 1966 Sovyet Kupası’nı kazandı Dinamo Kiev.
Bu oyun anlayışı sonraki yıllarda Ajax’ta Rinus Michels ve yine Dinamo Kiev’de Valeriy Lobanovskyi önderliğinde uygulandı ve bu ekiplerin , aynı zamanda da teknik direktörlerin futbol tarihine adlarını altın harflerle yazdırmalarına sebep oldu. 90’lı yılların başında iki Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu kazanan Arrigo Sacchi’nin efsanevi AC Milan’ı ise; pres oyununu zirveye taşıdı.
Taktik deha deyince iki isimden bahsetmemek olmaz. Kim mi onlar? Tabi ki Rinus Michels ve Arrigo Sacchi... Rinus Michels'ten başlayalım isterseniz. Yani: "Total futbolun mucidi" nden. “General” lakabı ile de anılan Rinus Michels sert, disiplinli ve sürekli daha iyisini, mükemmeli arayan bir teknik direktördü. Ajax’da oyuncuların fizik ve teknik kapasitelerini geliştirmek için daha fazla antrenman yapmaları gerektiğini gören Michels, bütün oyuncular ile profesyonel sözleşmeler yapılmasını sağladı.
Teknik onun için herşeyden önemliydi ve antrenmanlarda daha önce görülmemiş bir şekilde topla çalışmayı arttırdı. Michels’e göre futboldaki en önemli olgu, alanın kontrolü ve kullanımıydı. Teorisi, top kendi takımında iken sahayı olabildiğince genişletmek ve top rakip takımdayken alanı olabildiğince daraltmaktı. Bu da, sahanın her yerinde yoğun pres uygulamayı olmazsa olmaz kılıyordu. Bu konuda da Maslov onun ilham kaynağıydı. Taktiksel dizilişi genel olarak 4-3-3 şeklindeydi ve oyunculara pozisyona göre özgürlük tanıyordu.
Michels’in en çok önem verdiği şey, oyuncuların sahada akıllı hareketlenmeler yapmaları ve birden fazla pozisyonda oynayabilecek kadar çok yönlü olmalarıydı. Aklındakileri sahaya koyması çok önemliydi. Bunun için elinde müthiş de bir kadro ve dahi vardı: "Johan Cruyff" Michels'in saha içindeki beyniydi Cruyff adeta.
Michels, iki dönem çalıştırdığı Ajax’ın başında 4 Hollanda Ligi, 3 Hollanda Kupası ve 1 Şampiyonlar Ligi, Barcelona’nın başında 1 İspanya Ligi ve 1 İspanya Kupası ve kariyerinin sonlarına doğru çalıştırdığı Bayer Leverkusen ile 1 Almanya Kupası zaferi kazandı.Guardiola ile; yeniden doğan Barcelona sisteminin önderi de Cruyff sanılır. Ama sanılanın aksine bu sistemin önderi Michels'tir aslında. 1974'te Batı Almanlara finalde kaybetmesine rağmen "Michels'in Portakalları" hala gelmiş geçmiş en iyi milli takımlardan biri olarak kabul edilir.
Ve gelelim Arrigo Sacchi'ye."Jokey olmak için önce at olmak gerekmez" Bu efsane söz birçok kişi tarafından Mourinho'nun olarak bilinir. Ama sözün patenti Sacchi'ye aittir. Otto Rehhagel, Roy Hodgson veya Johan Cruyff gibi antrenörlerden etkilendiğini açıkyüreklilikle belirtiyor Sacchi. Ama asıl onun gözünde idol olan takımın "Michels'in Portakalları" olduğunu söylüyor. Onun sisteminde her şey alan savunması, pres, göze hoş gelen oyun ve 4-4-2'den ibaretti. Yani bu yazının içinde geçen birçok teknik adamın ideolojilerini çok güzel bir şekilde harmanlamıştı Sacchi.
Yetenek onun için 2.plandaydı. Önemli olan sisteme bağlı kalmak ve verilen görevi olabildiğince yerine getirmekti. Bunu da şu örnekle savunuyordu: "Eğer oyuncular disiplinin yanında bir de yetenekliyse, bu bir artıdır. Zira yetenek, kafada şekillenen ürünü mükemmelleştirebilir. Ama bir idealin yerini alamaz. Robert De Niro muhteşem bir aktördür. Fakat nasıl hoşuna gidiyorsa öyle rol yapamaz, bilakis senaryoda ne yazıyorsa onu takip etmelidir"
Milan ile 2 Şampiyon Kulüpler Kupası, İki Süper Kupa, iki de Kıtalararası Kupa kazanarak tarihinin en başarılı ve en iyi oynayan Milan'ını yarattı Sacchi. Yarattığı aslında basitti: "Total futbolu klasik İtalyan futbolu ile harmanlamak" Oyunculara yeteneklerini göstermeleri için daha çok şans verilirken, disiplin bozulmamalı, oyun karşı alana yıkılmalıydı. Arrigo Sacchi'nin futbol anlayışında sadece kazanmak değil, güzel oynayıp kazanmak yatıyordu. Belli bir futbol felsefesi vardı ve istediği sisteme göre oyuncu bulmakta yada yaratmakta ustaydı.
4-4-2 görünümünde olmasına rağmen, aslında Total Futbol'un biraz daha saldırgan bir versiyonunu oynattıyordu. Orta sahada aşırı pres yaptırarak defansa daha az iş düşmesini bekliyordu. "Toplu defans, toplu hücum" felsefesini İtalyan futboluyla harmanlamayı becermişti. Yeri geldiğinde riskler almayı da biliyordu. İlk defa atak oynamaya çalışan bir İtalyan takımı seyrettirdi futbolseverlere. Önce Milan'la, sonra İtalya Milli Takımı'yla. 1988-89 sezonunda kurduğu Milan takımı World Soccer dergisince "Gelmiş Geçmiş En İyi Kulüp Takımı", Brezilya 1970, Macaristan 1954 ve Hollanda 1974 takımlarının ardından "Gelmiş Geçmiş En İyi Dördüncü Takım" seçilmiştir.
Tüm bu dehaları okuyup öğrendikçe Barcelona, Bayern Münih, Real Madrid gibi takımların ve Mourinho gibi taktik ustalarının hangi akımlardan etkilenip ortaya çıkıtığı konusunda daha iyi fikirler edinebiliriz sanıyorum. Şu anda Barcelona, Bayern Münih gibi takımlar "uzay takımı" olarak adlandırılıyor. Ama zamanında dünya futboluna damga vurmuş müthiş takımlar ve taktik dehalar vardı. Son yıllarda bu bağlamda taktik dehayla maç ve turnuva kazanmış en çarpıcı 2 adam Mourinho ve Otto Rehhagel günümüz futbolunda.
Otto Rehhagel 2004'te Herrera'nın Catenaccio'suna benzer bir taktikle Avrupa Şampiyonası'nı kazandı. Mourinho'nun ise; 2010'da İnter ile kazandığı Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu taktiksel deha ile turnuva kazanma konusunda önümüzdeki en taze örnek bana göre. Ama Mourinho'nun da Sacchi'den ve bu yazıda geçen birçok taktik dahiden etkilendiğini söylemek sanırım hiç yanlış olmaz.
İşin özü şu bana göre: "Hiçbir başarı kendiliğinden ortaya çıkmaz" Her başarı belli bir birikim ve geçmişte yapılan doğruların başarılı bir şekilde disiplinle harmanlanması sonucu ortaya çıkmıştır. Bu yüzden futbola taktiksel bazda emeği geçen tüm üstadları anmak istedim bugün. Umarım sıkılmadan okuyan ve yazıda buralara kadar gelenler olur. Son söz olarak: "Yazıda geçen tüm üstadlar! Hepinizin önünde saygıyla eğiliyorum." Can Dündar'ın dediği gibi: "Çok yaşayın ve siz de görünüz"
BURAK AKÇAY
Bir araştırma teknik direktörlerin bir başarı üzerindeki etkisinin maksimum %10 seviyelerinde olduğunu söylüyor. Bu ne kadar doğru tartışılır ama bazı teknik direktörlerin futbolda reform yaptıkları bir gerçek. Futbol ilk oynanmaya başladığında "Topluca defans, topluca hücum" ilkesiyle sistemsiz oynanıyordu. Ama bu hayal ettiğiniz tarzda değil gerçekten toplucaydı. Yani koloni halinde tüm oyuncular aynı anda topa koşuyor ve kuru kalabalıktan başka bir şey ortaya çıkmıyordu.
Zamanla İskoçların 2-2-6, Macarların 2-3-5 gibi taktikleri ortaya çıktı. İngiltere'de ise; 1925 yılında ofsayt kuralı uygulanmaya başladıktan sonra "Klasik Formasyon" ortaya çıktı. Bu formasyonda; bir kaleci, 2 savunma oyuncusu, 3 orta saha ve 5 hücum oyuncusu bulunuyordu. Savunma oyucuları alan savunması yapıyor, orta saha oyuncuları top kaybına engel olmaya ve geri çekilerek savunmaya yardım ediyorlardı. Ayrıca orta sahadan bir oyuncu hücuma katkıda bulunuyor ve hücum bloğu 6 kişiye yükseliyordu. Kanatlarda oynayan orta saha oyuncuları hem alan, hem de adam adama savunmayı beraber gerçekleştirerek rakip orta saha oyuncularını çizgiye gitmeye zorlayarak kendi kalelerinden uzak tutmayı amaçlıyorlardı.
Derken Herbert Chapman bir devrime imza attı ve "WM Sistemi" ni ortaya çıkardı. M şeklinde dizilen defans ve W şeklinde dizilen hücum hattına eşit olarak paylaştırılan ofans ve defans görevleri bu sistemin ana temasını oluşturuyordu. İki stoperin önünde yer alan libero ve onun da önünde yer alan iki önlibero "M"yi oluşturuyordu. "M" takımın defansif görevlerini ifade ediyordu. "W" ise takımın hücum hattını ifade ediyordu. İki önliberodan top alıp dağıtacak iki orta saha oyuncusu, iki tane de açık oyuncusu. Tek santrafor da takımın gol yükünü çekiyordu.
1920'li yıllarda adı sanı duyulmamış Arsenal'i efsane yaptı Chapman bu sistemle. 1927 yılında ise FA Kupası'nda final oynamışlardı. Daha sonra 1929-30 sezonunda bu sefer FA Kupası'na uzanıldı. 1930-31 sezonunun sonunda Arsenal 127 golle şampiyon olunca bu sistem tüm İngiltere'ye ve hatta dünyaya yayılmaya başladı. İki yıl sonra ise 1932-33 sezonunda 118 golle bir şampiyonluk daha alındı. Arsenal artık ofansif anlamda müthiş bir güç haline gelmişti.
1934 yılında Chapman hayatını kaybetti ve futbol dünyasına WM'yi hediye etti. Arsenal 1933-34 ve 1934-35 sezonlarında da Chapman'ın kurduğu sistemin devan ettirilmesi ile şampiyon olmayı başardı. Bu ofansif ama aynı zamanda son derece de katı bir sistemdi , oyunculara özgürlük tanımıyor; herkesten ofansif veya defansif görevlerinden birini yüklenmesini istiyordu.Uzun yıllar varlığı sürdürdü bu formasyon dünya futbolunda. Ta ki; Macar Milli takımı İngiliz milli takımına bir maçta 6, diğer maçta 7 gol atana dek...
Bu tarihtan sonra iki taktik kasıp kavurdu dünyayı. Önce ilkinden başlayalım. Yani Herrera'nın "Catenaccio" sundan. O zamanlar İnter'in başında olan Fas asıllı İspanyol bir ailenin Arjantinli ve aynı zamanda Fransız vatandaşı çocuğu hoca Helenio Herrera çıkarmıştı bu sistemi. Catenaccio İtalyanca kilit demekti ve sistemin temel amacı maçı 1-0 galip bitirmekti. Herrera bu sistemi kurarken, Avusturyalı efsane hoca Karl Rappan'ın "zincir" orjinal adıyla verrou sisteminden etkilenmişti. Ama Rappan'ın zinciri Herrra'nın "kilit"i kadar defansif bir anlayış değildi.
Taktiğin dizilişi 5-3-2 şeklindeydi. 5-3-2'in varyasonlarını oynayan Herrara'nın Inter'i zamanla hızlı kontra atağa çıkma ve defanstan gönderilen uzun toplarla etkili olma konusunda ustalaşmıştı. Orta sahada defansif özellikleri yüksek olan üç oyuncunun yanı sıra, az önlerinde forvete yakın bir yerde oynayan oyun kurucu bulunuyordu. Son olarak bir de şimdiki tabirle uzun ve güçlü bir "Target man" yani hedef santrafor kilit noktalarından biriydi bu sistemin. Sistem tanıdık gelebilir. Çünkü Yunanistan 2004'te Avrupa Şampiyonluğu'na ulaşırken Otto Rehagel buna çok benzer bir taktikle sahaya sürmüştü takımını.
Inter sürekli eleştiri alan bu sistemle büyük başarılar kazandı. Herrera'nın takımın başında olduğu sekiz sezonda 2 Şampiyon Kulüpler Kupası, 2 Kıtalararası Kupa, 3 Serie A şampiyonluğu, 1 İtalya Kupası kazanıldı. Özellikle oyun kurucu-önliberosu yani "deep lying playmaker"ı Mazzola büyük ün kazanmıştı. Herrera daha sonra Roma, Rimini ve Barcelona'da da aynı sistemi kullandı. Evet yanlış duymadınız.Barcelona gibi bir takıma Catenaccio oynatan bir adamdır Herrera. Bu konuda da gerçek bir fenomendir. Barcelona'daki ikinci yılında bu taktikten vazgeçmeyi bilecek kadar da zekiydi.
Catenaccio İtalya'ya aitti ve ülke sınırları dışına fazla çıkmaması gerekiyordu. 1967’deki finalde de Celtic’e karşı takımı 1-0 öne geçince adeta dükkanı kapatıp kepenkleri indirdi Herrera. Maçın geri kalanında çok iyi mücadele etmelerine rağmen savunmayı o kadar geride kurmuşlardı ki bu durum Celtic’e alışılmış oyununu oynama fırsatı verdi. Bunun sonucunda da İskoçlar Inter kalesine tam 39 şut attılar ve önce beraberliği yakaladılar, ardından da galibiyet golünü bulup maçı 2-1 kazandılar.Bu da yavaş yavaş taktiğin işlevselliğini yitirmesi anlamına geliyordu.
Gelelim madalyonun diğer tarafına. Yani "Brezilya'nın 4-2-4'üne. 1958 Yılında İsveç’te düzenlenen Dünya Şampiyonası'nda, Brezilyalılar tarafından final maçında kullanıldı bu taktik. Gerideki savunma bloğunu dört savunma oyuncusu sağlar. İki bek oyuncusu yan yana oynar ve bunlardan herhangi biri, takım hücuma çıktığı anda orta alana destek olur. Ortada yer alan bekler ise savunmada dengeyi sağlar ve yan taraftaki beklere yardımcı olurlardı. Orta alandaki oyuncular ise; hücuma destek olmanın yanında savunma ve hücum arasındaki bağlantıyı sağlarlardı.
Takımın yükünün büyük kısmını orta saha oyuncuları çekerdi bu sistemde. Hücum oyuncusundan iki tanesi oyun alanının kenarlarını kullanırlarken diğer taraftan ortada oynayan hücum oyuncularına pozisyon hazırlarlardı. Ortadaki hücum oyuncuları ise; büyük ölçüde gol atmayı düşünürler ve orta saha oyuncuları ile direkt olarak bağlantı içinde olurlardı. Orta sahadan gelecek sürpriz oyunculara boş alan yaratarak onların gole yönelik çabalarına zemin hazırlarlardı.
İlk bakışta güzel bir sistem gibi dursa da dezavantajları da çoktu bu sistemin. Savunma için 4 oyuncu yetmemekte, savunma ile hücum arasındaki bağlantıları iki ortasaha oyuncusu sağlayamamakta ve orta saha üstünlüğü böylece rakibe kaptırılmaktaydı. Tabir-i cazise şu andaki "box to box" tipi iki oyuncu defans ile hücum arasındaki bağı kurmakla görevliydi ve bu yük tamamen onların omuzlarındaydı. Ama iki kişi bu yükü kaldıramıyordu. Bu nedenle defans ile ofans arasında büyük kopukluklar oluyordu. Başarı sağlamak zordu bu sistemle. Tabi takımınızda Garrincha, Pele gibi müthiş oyuncular yoksa.
Tüm bu dezavantajları nedeniyle varlığı da fazla sürmedi bu sistemin. Ama Maslov'a ilham kaynağı oldu. 60'larda Maslov çıktı ortaya ve bu taktiği geliştirdi. Yani nam-ı değer: "presin mucidi" Maslov’un Dinamo Kiev’in başına geçmesi, Maslov devriminin de başlangıcı oldu. Brezilya’nın 1958 Dünya Kupası’nda zafere ulaşırken uyguladığı, ileri dörtlüden birinin geriye gelerek orta sahayı üçlemesi fikrini bir adım ileri taşıyarak iki kenar forveti de geriye çekerek orta sahayı dörtledi ve 4-4-2 sistemini oluşturdu. Her ne kadar 4-4-2’nin mucidinin sıklıkla İngiliz teknik direktör Sir Alf Ramsey olduğu söylense de, Maslov ondan birkaç yıl önce bunu takımında uygulamıştı.
Dizilimden bağımsız, Maslov’un futbola getirdiği en önemli unsur presti. Adam markajı yerine alan savunmasını tercih ediyordu Maslov. Nedenini soranlara ise şöyle diyordu: "Adam markajı, uygulayan oyuncuya yapılan bir hakarettir, eziyettir. Onu küçük düşürür ve kahreder" Bu boğucu ve presli oyun anlayışı oyuncuların fiziksel üstünlükleriyle de birleşince rakibi kendi alanına hapseden bir oyun anlayışına dönüştü. Bu taktikle 1966, 67 ve 68 yıllarında Sovyet Ligi şampiyonluğuna ulaştı ve 1966 Sovyet Kupası’nı kazandı Dinamo Kiev.
Bu oyun anlayışı sonraki yıllarda Ajax’ta Rinus Michels ve yine Dinamo Kiev’de Valeriy Lobanovskyi önderliğinde uygulandı ve bu ekiplerin , aynı zamanda da teknik direktörlerin futbol tarihine adlarını altın harflerle yazdırmalarına sebep oldu. 90’lı yılların başında iki Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu kazanan Arrigo Sacchi’nin efsanevi AC Milan’ı ise; pres oyununu zirveye taşıdı.
Taktik deha deyince iki isimden bahsetmemek olmaz. Kim mi onlar? Tabi ki Rinus Michels ve Arrigo Sacchi... Rinus Michels'ten başlayalım isterseniz. Yani: "Total futbolun mucidi" nden. “General” lakabı ile de anılan Rinus Michels sert, disiplinli ve sürekli daha iyisini, mükemmeli arayan bir teknik direktördü. Ajax’da oyuncuların fizik ve teknik kapasitelerini geliştirmek için daha fazla antrenman yapmaları gerektiğini gören Michels, bütün oyuncular ile profesyonel sözleşmeler yapılmasını sağladı.
Teknik onun için herşeyden önemliydi ve antrenmanlarda daha önce görülmemiş bir şekilde topla çalışmayı arttırdı. Michels’e göre futboldaki en önemli olgu, alanın kontrolü ve kullanımıydı. Teorisi, top kendi takımında iken sahayı olabildiğince genişletmek ve top rakip takımdayken alanı olabildiğince daraltmaktı. Bu da, sahanın her yerinde yoğun pres uygulamayı olmazsa olmaz kılıyordu. Bu konuda da Maslov onun ilham kaynağıydı. Taktiksel dizilişi genel olarak 4-3-3 şeklindeydi ve oyunculara pozisyona göre özgürlük tanıyordu.
Michels’in en çok önem verdiği şey, oyuncuların sahada akıllı hareketlenmeler yapmaları ve birden fazla pozisyonda oynayabilecek kadar çok yönlü olmalarıydı. Aklındakileri sahaya koyması çok önemliydi. Bunun için elinde müthiş de bir kadro ve dahi vardı: "Johan Cruyff" Michels'in saha içindeki beyniydi Cruyff adeta.
Michels, iki dönem çalıştırdığı Ajax’ın başında 4 Hollanda Ligi, 3 Hollanda Kupası ve 1 Şampiyonlar Ligi, Barcelona’nın başında 1 İspanya Ligi ve 1 İspanya Kupası ve kariyerinin sonlarına doğru çalıştırdığı Bayer Leverkusen ile 1 Almanya Kupası zaferi kazandı.Guardiola ile; yeniden doğan Barcelona sisteminin önderi de Cruyff sanılır. Ama sanılanın aksine bu sistemin önderi Michels'tir aslında. 1974'te Batı Almanlara finalde kaybetmesine rağmen "Michels'in Portakalları" hala gelmiş geçmiş en iyi milli takımlardan biri olarak kabul edilir.
Ve gelelim Arrigo Sacchi'ye."Jokey olmak için önce at olmak gerekmez" Bu efsane söz birçok kişi tarafından Mourinho'nun olarak bilinir. Ama sözün patenti Sacchi'ye aittir. Otto Rehhagel, Roy Hodgson veya Johan Cruyff gibi antrenörlerden etkilendiğini açıkyüreklilikle belirtiyor Sacchi. Ama asıl onun gözünde idol olan takımın "Michels'in Portakalları" olduğunu söylüyor. Onun sisteminde her şey alan savunması, pres, göze hoş gelen oyun ve 4-4-2'den ibaretti. Yani bu yazının içinde geçen birçok teknik adamın ideolojilerini çok güzel bir şekilde harmanlamıştı Sacchi.
Yetenek onun için 2.plandaydı. Önemli olan sisteme bağlı kalmak ve verilen görevi olabildiğince yerine getirmekti. Bunu da şu örnekle savunuyordu: "Eğer oyuncular disiplinin yanında bir de yetenekliyse, bu bir artıdır. Zira yetenek, kafada şekillenen ürünü mükemmelleştirebilir. Ama bir idealin yerini alamaz. Robert De Niro muhteşem bir aktördür. Fakat nasıl hoşuna gidiyorsa öyle rol yapamaz, bilakis senaryoda ne yazıyorsa onu takip etmelidir"
Milan ile 2 Şampiyon Kulüpler Kupası, İki Süper Kupa, iki de Kıtalararası Kupa kazanarak tarihinin en başarılı ve en iyi oynayan Milan'ını yarattı Sacchi. Yarattığı aslında basitti: "Total futbolu klasik İtalyan futbolu ile harmanlamak" Oyunculara yeteneklerini göstermeleri için daha çok şans verilirken, disiplin bozulmamalı, oyun karşı alana yıkılmalıydı. Arrigo Sacchi'nin futbol anlayışında sadece kazanmak değil, güzel oynayıp kazanmak yatıyordu. Belli bir futbol felsefesi vardı ve istediği sisteme göre oyuncu bulmakta yada yaratmakta ustaydı.
4-4-2 görünümünde olmasına rağmen, aslında Total Futbol'un biraz daha saldırgan bir versiyonunu oynattıyordu. Orta sahada aşırı pres yaptırarak defansa daha az iş düşmesini bekliyordu. "Toplu defans, toplu hücum" felsefesini İtalyan futboluyla harmanlamayı becermişti. Yeri geldiğinde riskler almayı da biliyordu. İlk defa atak oynamaya çalışan bir İtalyan takımı seyrettirdi futbolseverlere. Önce Milan'la, sonra İtalya Milli Takımı'yla. 1988-89 sezonunda kurduğu Milan takımı World Soccer dergisince "Gelmiş Geçmiş En İyi Kulüp Takımı", Brezilya 1970, Macaristan 1954 ve Hollanda 1974 takımlarının ardından "Gelmiş Geçmiş En İyi Dördüncü Takım" seçilmiştir.
Tüm bu dehaları okuyup öğrendikçe Barcelona, Bayern Münih, Real Madrid gibi takımların ve Mourinho gibi taktik ustalarının hangi akımlardan etkilenip ortaya çıkıtığı konusunda daha iyi fikirler edinebiliriz sanıyorum. Şu anda Barcelona, Bayern Münih gibi takımlar "uzay takımı" olarak adlandırılıyor. Ama zamanında dünya futboluna damga vurmuş müthiş takımlar ve taktik dehalar vardı. Son yıllarda bu bağlamda taktik dehayla maç ve turnuva kazanmış en çarpıcı 2 adam Mourinho ve Otto Rehhagel günümüz futbolunda.
Otto Rehhagel 2004'te Herrera'nın Catenaccio'suna benzer bir taktikle Avrupa Şampiyonası'nı kazandı. Mourinho'nun ise; 2010'da İnter ile kazandığı Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu taktiksel deha ile turnuva kazanma konusunda önümüzdeki en taze örnek bana göre. Ama Mourinho'nun da Sacchi'den ve bu yazıda geçen birçok taktik dahiden etkilendiğini söylemek sanırım hiç yanlış olmaz.
İşin özü şu bana göre: "Hiçbir başarı kendiliğinden ortaya çıkmaz" Her başarı belli bir birikim ve geçmişte yapılan doğruların başarılı bir şekilde disiplinle harmanlanması sonucu ortaya çıkmıştır. Bu yüzden futbola taktiksel bazda emeği geçen tüm üstadları anmak istedim bugün. Umarım sıkılmadan okuyan ve yazıda buralara kadar gelenler olur. Son söz olarak: "Yazıda geçen tüm üstadlar! Hepinizin önünde saygıyla eğiliyorum." Can Dündar'ın dediği gibi: "Çok yaşayın ve siz de görünüz"
BURAK AKÇAY
18 Mayıs 2015 Pazartesi
FANATİZM ÜZERİNE...
Haftasonu bir doğaçlama tiyatro festivaline katıldım. İki grup vardı ve yapılacak performanslar sonrası kazanan şampiyon olacaktı. 3 etaptan oluşuyordu yarışma ve 3 etap sonunda kazanan şampiyonluğunu ilan edecekti.
Gruplardan biri Kaplanlar, diğeri ise Bülbüller idi. Salona girdiğimde ortadan ikiye ayrıldığını gördüm. Ortada bir polis barikatı vardı. Kaplanlar'ın taraftarları salonun sağ tarafında, Bülbüller'in taraftarları da sol tarafında yerlerini almıştı. Daha iki grup sahneye çıkmadan tezahüratlar başlamıştı.
Kaplanlar'ı salona gelirken taraftarları kaldıkları otelden yoğun tezahuratlar eşliğinde uğurlamıştı. Salona da konvoy halinde geldiler. Derken gruplar sahneye çıktı. İlk çıkan Bülbüller'di. Kulakları sağır eden bir gürültü koptu onlar sahneye çıkınca. Salonun bir tarafında "Bülbüllersin sen bizim canımızzzz" diye başlayan bir tezahürat yükselirken diğer tarafında yoğun ıslıklar ve yuhalamalar vardı.
Sonra Kaplanlar çıktı sahneye. Bu kez roller değişti. Salonun biraz önce yuhalayan kısmı "Ooooo 1 2 3 Kaplanlar layyy layy layyy layy layy layyy layyy ooo Kaplanlar" tezahüratına başlarken, diğer kısmı hakaretler yağdırıyordu. İki grup da el ele tutuşup kendi taraftarlarını selamladı. Jüri de yerlerini aldı. 3 kişiden oluşan bir jüri vardı ve oyunlarla ilgili puanlamaları onlar yapacaktı.
Ve ilk etap başladı. İki grup da performanslarını ortaya koydular. İlk etabın galibi Kaplanlar oldu. Taraftarlar çılgına dönmüştü. Delice birbirine sarılıyordu. Kaplanlar grubu üyeleri de seyircilerine koşup sevincini onlarla paylaştı. Sevinç esnasında Kaplanlar grubu üyelerinden Ali rakip taraftara hareket çekti. Taraftar çıldırdı. Ali'ye ölüm tehditleri yağdı. 2.etabın galibi ise Bülbüller oldu. Kaplanlar grubu üyeleri jüriye saldırdı. Puanın onların hakkı olduğunu düşünüyorlardı. Kaplanlar taraftarları "İ.ne jüri i.ne jüri" diye bağırmaya başladı. Polis taraftarları zor yatıştırdı. Yoğun uğraşlar sonucu 3.etap, yani final etabı başladı.
Zorlu bir etaptı. Kıyasıya bir mücadele vardı salonda. Taraftar dualar ediyor ve kendi grupları kazansın diye adeta yalvarıyordu. Salonda heyecandan bayılanlar oldu. Ambulans gelip götürdü fenalaşan taraftarları. İki grubun taraftarları da jüriyi baskı altına almaya çalışıyordu. Grup üyeleri de sık sık jüri ile tartışıyor ve kendilerine verilen kelimelerin daha zor olduğunu iddia ediyorlardı. Bülbüller taraftarları bir ara meşale yaktı. Salonda göz göz görmüyordu. Etaba bir süre ara verildi. Duman ve koku dağıldıktan sonra etaba devam edildi.
Sonunda kazanan Bülbüller oldu. Jüri kararını açıkladığında salonda yer yerinden oynadı. Bülbüller taraftarı kendinden geçmişti. Sahneye atlamaya çalışanlar oldu. Polis zor kullanmak zorunda kaldı. Rakip takım taraftarı ise öfkeliydi. Sahaya çakmak, davul tokmağı ve taş attılar. Jürilerden birinin kafası yarıldı. Doktor hemen yanına koştu. İlk müdahaleyi orada yapıp dikiş attılar. Kanı zor durdurdular. Kaplanlar çılgına dönmüştü. Grup sakinleşmeyince polis biber gazı sıktı.
Salondan ilk olarak Kaplanlar taraftarı çıkartıldı. Bülbüller taraftarı ile şampiyonluğunu şarkılar ve tezahüratlarla kutladı. Grubun üyelerinden Osman taraftara üçlü çektirdi. Deliler gibi bağırıp çağırıyorlardı. Sonunda kupalarını aldılar ve salondan çıktılar. Kuliste şampanyalar patlattılar, grubun kurucusu gelip şampiyonluk primi sözü verdi; hepsinin tek tek alnından öptü. Salondan çıkmaları 3 saati buldu. Çıkışta bindikleri araca silahlı saldırı oldu. Mağlubiyeti hazmedemeyen Kaplanlar taraftarı pompalı tüfekle aracı taradı. Şoför ağır yaralandı. Grubu taşıyan araç uçuruma yuvarlanmaktan son anda kurtuldu.
Ne saçmalıyor bu adam diyorsunuz değil mi? Ben de sizlere soruyorum o halde bu yazdığım örneğin herhangi bir futbol maçından ne farkı var? İkisi de eğlence amaçlı bir aktivite değil mi? İkisi de bir nevi takım sporu değil mi? O zaman nedir bu küfür, hakaret, öfke, nefret ortamı? Bir oturup düşünün. Hayatınızda hiç herhangi bir mühendislik şirketini tuttunuz mu misal? Veyahut A Özel Okulu bu senenin en iyi okulu seçilmiş diye şampiyonluk turuna çıkıp, B hastanesi o senenin en iyi hastanesi seçilemedi diye uykunuz kaçtı mı? O zaman bir spor aktivitesini bu kadar hayatınızın merkezi yapmanın mantığı ne?
Her sene şampiyonlukta son dönemece girildiği haftalarda ortada şike muhabbetleri, hakem satın alma iddiaları, küfürler, hakaretler, kavgalar havada uçuşuyor. Her maç sonrası pozisyonlar paylaşılıyor; eski pozisyonlarla karşılaştırma yapılıyor; futbolcu ve hakemlerin annesinden karısına küfürler ediliyor; sözde spor yorumcuları ortalığı karıştırıyor ve nefret kokuları ortalığı sarıyor.
Nedir beyler? Bu sene Fenerbahçe şampiyon olsa nedir, Galatasaray şampiyon olsa ya da Beşiktaş olsa nedir? Hanginizin hayatında ne değişir? İçinizde kim Galatasaray şampiyon oldu diye daha refah düzeyi yüksek bir hayata geçer ya da kimin Fenerbahçe şampiyon oldu diye hastalığı iyileşir? Kim Beşiktaş şampiyon oldu diye ayrıldığı sevgilisiyle barışır? Bir 4.yıldızdır gidiyor. Yahu soruyorum sizlere 2. veya 3.yıldızı ilk kim takmış hatırlayan kaç kişi?
Artık şapkayı önümüze koyup düşünme vakti geldi. Yukarıda verdiğim örnek ne kadar saçma geliyorsa size, bu ülkede spor için yapılanlar da o kadar saçma. Özellikle de futbol için! Oturun, düşünün ve "Ben ne yapıyorum?" diyin. Tabi ki takım tutun. Deşarj olun, kafa dağıtın, eğlenin. Ama o kadar. Hepsi o kadar olmalı; orada kalmalı. Hayatın her alanında stresin olduğu bir ülkede bari sporumuzdan arındıralım şu stresi. Atamızın o meşhur sözünde şöyle diyor:
"Ben sporcunun zeki çevik ve ahlaklısını severim"
Peki ya taraftarın?
BURAK AKÇAY
Gruplardan biri Kaplanlar, diğeri ise Bülbüller idi. Salona girdiğimde ortadan ikiye ayrıldığını gördüm. Ortada bir polis barikatı vardı. Kaplanlar'ın taraftarları salonun sağ tarafında, Bülbüller'in taraftarları da sol tarafında yerlerini almıştı. Daha iki grup sahneye çıkmadan tezahüratlar başlamıştı.
Kaplanlar'ı salona gelirken taraftarları kaldıkları otelden yoğun tezahuratlar eşliğinde uğurlamıştı. Salona da konvoy halinde geldiler. Derken gruplar sahneye çıktı. İlk çıkan Bülbüller'di. Kulakları sağır eden bir gürültü koptu onlar sahneye çıkınca. Salonun bir tarafında "Bülbüllersin sen bizim canımızzzz" diye başlayan bir tezahürat yükselirken diğer tarafında yoğun ıslıklar ve yuhalamalar vardı.
Sonra Kaplanlar çıktı sahneye. Bu kez roller değişti. Salonun biraz önce yuhalayan kısmı "Ooooo 1 2 3 Kaplanlar layyy layy layyy layy layy layyy layyy ooo Kaplanlar" tezahüratına başlarken, diğer kısmı hakaretler yağdırıyordu. İki grup da el ele tutuşup kendi taraftarlarını selamladı. Jüri de yerlerini aldı. 3 kişiden oluşan bir jüri vardı ve oyunlarla ilgili puanlamaları onlar yapacaktı.
Ve ilk etap başladı. İki grup da performanslarını ortaya koydular. İlk etabın galibi Kaplanlar oldu. Taraftarlar çılgına dönmüştü. Delice birbirine sarılıyordu. Kaplanlar grubu üyeleri de seyircilerine koşup sevincini onlarla paylaştı. Sevinç esnasında Kaplanlar grubu üyelerinden Ali rakip taraftara hareket çekti. Taraftar çıldırdı. Ali'ye ölüm tehditleri yağdı. 2.etabın galibi ise Bülbüller oldu. Kaplanlar grubu üyeleri jüriye saldırdı. Puanın onların hakkı olduğunu düşünüyorlardı. Kaplanlar taraftarları "İ.ne jüri i.ne jüri" diye bağırmaya başladı. Polis taraftarları zor yatıştırdı. Yoğun uğraşlar sonucu 3.etap, yani final etabı başladı.
Zorlu bir etaptı. Kıyasıya bir mücadele vardı salonda. Taraftar dualar ediyor ve kendi grupları kazansın diye adeta yalvarıyordu. Salonda heyecandan bayılanlar oldu. Ambulans gelip götürdü fenalaşan taraftarları. İki grubun taraftarları da jüriyi baskı altına almaya çalışıyordu. Grup üyeleri de sık sık jüri ile tartışıyor ve kendilerine verilen kelimelerin daha zor olduğunu iddia ediyorlardı. Bülbüller taraftarları bir ara meşale yaktı. Salonda göz göz görmüyordu. Etaba bir süre ara verildi. Duman ve koku dağıldıktan sonra etaba devam edildi.
Sonunda kazanan Bülbüller oldu. Jüri kararını açıkladığında salonda yer yerinden oynadı. Bülbüller taraftarı kendinden geçmişti. Sahneye atlamaya çalışanlar oldu. Polis zor kullanmak zorunda kaldı. Rakip takım taraftarı ise öfkeliydi. Sahaya çakmak, davul tokmağı ve taş attılar. Jürilerden birinin kafası yarıldı. Doktor hemen yanına koştu. İlk müdahaleyi orada yapıp dikiş attılar. Kanı zor durdurdular. Kaplanlar çılgına dönmüştü. Grup sakinleşmeyince polis biber gazı sıktı.
Salondan ilk olarak Kaplanlar taraftarı çıkartıldı. Bülbüller taraftarı ile şampiyonluğunu şarkılar ve tezahüratlarla kutladı. Grubun üyelerinden Osman taraftara üçlü çektirdi. Deliler gibi bağırıp çağırıyorlardı. Sonunda kupalarını aldılar ve salondan çıktılar. Kuliste şampanyalar patlattılar, grubun kurucusu gelip şampiyonluk primi sözü verdi; hepsinin tek tek alnından öptü. Salondan çıkmaları 3 saati buldu. Çıkışta bindikleri araca silahlı saldırı oldu. Mağlubiyeti hazmedemeyen Kaplanlar taraftarı pompalı tüfekle aracı taradı. Şoför ağır yaralandı. Grubu taşıyan araç uçuruma yuvarlanmaktan son anda kurtuldu.
Ne saçmalıyor bu adam diyorsunuz değil mi? Ben de sizlere soruyorum o halde bu yazdığım örneğin herhangi bir futbol maçından ne farkı var? İkisi de eğlence amaçlı bir aktivite değil mi? İkisi de bir nevi takım sporu değil mi? O zaman nedir bu küfür, hakaret, öfke, nefret ortamı? Bir oturup düşünün. Hayatınızda hiç herhangi bir mühendislik şirketini tuttunuz mu misal? Veyahut A Özel Okulu bu senenin en iyi okulu seçilmiş diye şampiyonluk turuna çıkıp, B hastanesi o senenin en iyi hastanesi seçilemedi diye uykunuz kaçtı mı? O zaman bir spor aktivitesini bu kadar hayatınızın merkezi yapmanın mantığı ne?
Her sene şampiyonlukta son dönemece girildiği haftalarda ortada şike muhabbetleri, hakem satın alma iddiaları, küfürler, hakaretler, kavgalar havada uçuşuyor. Her maç sonrası pozisyonlar paylaşılıyor; eski pozisyonlarla karşılaştırma yapılıyor; futbolcu ve hakemlerin annesinden karısına küfürler ediliyor; sözde spor yorumcuları ortalığı karıştırıyor ve nefret kokuları ortalığı sarıyor.
Nedir beyler? Bu sene Fenerbahçe şampiyon olsa nedir, Galatasaray şampiyon olsa ya da Beşiktaş olsa nedir? Hanginizin hayatında ne değişir? İçinizde kim Galatasaray şampiyon oldu diye daha refah düzeyi yüksek bir hayata geçer ya da kimin Fenerbahçe şampiyon oldu diye hastalığı iyileşir? Kim Beşiktaş şampiyon oldu diye ayrıldığı sevgilisiyle barışır? Bir 4.yıldızdır gidiyor. Yahu soruyorum sizlere 2. veya 3.yıldızı ilk kim takmış hatırlayan kaç kişi?
Artık şapkayı önümüze koyup düşünme vakti geldi. Yukarıda verdiğim örnek ne kadar saçma geliyorsa size, bu ülkede spor için yapılanlar da o kadar saçma. Özellikle de futbol için! Oturun, düşünün ve "Ben ne yapıyorum?" diyin. Tabi ki takım tutun. Deşarj olun, kafa dağıtın, eğlenin. Ama o kadar. Hepsi o kadar olmalı; orada kalmalı. Hayatın her alanında stresin olduğu bir ülkede bari sporumuzdan arındıralım şu stresi. Atamızın o meşhur sözünde şöyle diyor:
"Ben sporcunun zeki çevik ve ahlaklısını severim"
Peki ya taraftarın?
BURAK AKÇAY
13 Nisan 2015 Pazartesi
Mahalle Maçı Kültürü...Bir Oyundan Çok Daha Fazlası...
Bir Pazartesi klasiği: Haftaya iyi başlama ritüeli...Özlenen
günleri, insanlığımızı, özümüzdeki doğallığı ve saflığımızı hatırlama
seansı...80'lere, 90'lara bir yolculuk edeceğim bugün...Kendi adıma çocukluğumu
yaşadığım, içinizde bazılarının gençliğinin en deli çağlarını yaşadığı,
bazılarının ise hiç deneyimleyemediği günlere...Bakın o zamanlar insanlığa dair
temel kuralları nasıl farkında olmadan öğreniyorduk...
Doğallık...Hatırlayan vardır eminim; eskiden maç içi
ropörtajlar vardı. Kaleci Engin sakatlanmış yerde kıvranıyor tak saha içinde
bir adam bitiyor, elinde bir mikrofon:
- Engin nasıl oldu pozisyon?
+Abi ben topa atladım, bir baktım tabanıyla karşıdan geliyor. Ahh diziiimmm. Tabanı dizime geldi kanıyor abi aha bak. Off anammm!
- Geçmiş olsun Engin...
+Abi ben topa atladım, bir baktım tabanıyla karşıdan geliyor. Ahh diziiimmm. Tabanı dizime geldi kanıyor abi aha bak. Off anammm!
- Geçmiş olsun Engin...
Metin golü atmış. Kale arkasında taraftarına doğru koşuyor.
Takım arkadaşları daha yetişemeden yanında mikrofonlu bir adam:
- Metin 1-0 öne geçtiniz. Nasıl oldu gol?
+ Abi soldan Feyyaz süper orta yaptı. Ben de uçan kafayı bi çaktım kaleci bakakaldı öyle. Ahh 6 kişi çıktı üstüme abi kaburgalarım kırıldı galiba konuşamıcam.
- Çıkıktır o çıkık. Kırık olsa duramazdın...
+ Abi soldan Feyyaz süper orta yaptı. Ben de uçan kafayı bi çaktım kaleci bakakaldı öyle. Ahh 6 kişi çıktı üstüme abi kaburgalarım kırıldı galiba konuşamıcam.
- Çıkıktır o çıkık. Kırık olsa duramazdın...
Adalet...Mahallede maç yapılacak. Ağır abiler iki ayrı takıma
ayrılıyor. Belirli bir mesafe açılıyor. Sonra başlıyorlar adım atmaya. Mesafe
tükenince kimin ayağı kimin üstündeyse o başlıyor adam seçimine. Aman hak
geçmesin! Penaltı mı oldu. Rakip takım kaleci değiştirirse iki penaltı atılır.
Aman hak geçmesin! Top arabanın altına kaçtı. Tartışmaya bile gerek yok. Atan
girer arabanın altına alır topu. Aman hak geçmesin...
Pratik çözümler, yaratıcılık...Maç başlayacak. O zamanlar
çocukta para çok bulunabilir bir şey değil. Yassı bir taş bulunur, tükürüğü
kuvvetli bir mahalle sakini taşın bir tarafına içindekileri döker. Sonra
tükürüklü-tükürüksüz olarak seçim yapılıp atılır havaya. Kim kazanırsa başlar
maça... Kale direği olan bir saha bulmak çölde vaha gibi o zamanlar. Bulunur
iki taş. Adım sayımı ile mesafeler ölçülür ve iki uca yerleştirilir. Buyrun
size iki kale. Top taşın üstünden geçti ve gol tartışması mı yaşanıyor? Penaltı
ile orta yol bulunur...
Hayal gücü...O zamanlar her maçın yayını yoktu. Önemli maçlar
televizyonda canlı veriliyordu. Diğer maçlar ise radyoda... Ama şimdikiler gibi
değildi o zamanki maç anlatımları. İnanılmaz betimlemeler, müthiş vurgular...
- Mecnun sağ kanattan topla süzülüyor. Sanki kuğu gölü
balesinde dans eder gibi. Karşısında Recep. Berlin duvarı gibi duruyor. Hızını
arttırıyor Mecnun. Murat 124 gelse yarışırlar bu hızla. Geçti Recep'i. Kaleci
ile karşı karşıya. Aşırttı üzerinden. Goooooollll. O nasıl bir aşırtma!
Maradona görse kıskanır. Harika bir goldü sayın seyirciler. Fenerbahçe durumu
Mecnun'un harika golüyle 1-1'e getiriyor...
Maç sanki İstanbul'da, Eskişehir'de, Konya'da değil evin
salonunda oynanıyor. Televizyonda maç izlemenin verdiği hazdan çok daha büyük
bir hazdı o. Yaşamayan bilemez...
Yardımlaşma...Maç hararetli, kıran kırana bir mücadele var.
Top bir o kalede bir bu kalede. Birden birinin münasip olmayan yerlerine top
geliyor. Tüm mahalle seferber. Herkes tek bir ağızdan yol gösteriyor:
"İşeee işeee"... Bir de profesyonel bir örnek vereyim...Yıl
1989...Altın çağlarını yaşıyor Samsunspor... Bir deplasman dönüşü hava karlı.
Şoförü gaza getiriyor futbolcular. Hız sınırı aşılıyor artık eskimeye yüz
tutmuş otobüsle. Malum son geliyor. Trafik kazasında 3 futbolcu, 1 teknik
direktör, 1 şoförünü kaybediyor Samsunspor... Tüm ülke seferber oluyor. Tanju
Galatasaray'a başvurup 1 sene bedelsiz Samsunspor'da oynamak istiyor; kalan
maçlarına çıkamayan Samsunspor ligin o seneki onur şampiyonu ilan edilip ligde
tutuluyor; Fenerbahçe ve Beşiktaş Samsunspor'a bedelsiz oyuncu
gönderebileceklerini açıklıyor...Olay tanıdık geldi mi? Peki ya sonunda yaşanan
duyarlılık? İşte o tanıdık gelmemiştir eminim!
Saygı, efendilik...Mahalle maçlarında abanma, pis burun vurma
yasaktı o zamanlar. Abanan olursa kınanır, afaroz edilirdi... Ya da kaleci
degaj dikecek rakip oyuncu ayrılmak bilmiyor kalecinin dibinden. Kaleciden
klasik tepki gelirdi: "Üç kere sektirdim topu yahu açılsana" Anında
açılırdı karşıdaki...Bir de profesyonel örnek yine, memleketim İzmir
semalarından... Göztepe'nin "Buldozer" lakaplı efsane golcüsü Fevzi Zemzem
gol krallığında Metin Oktay ile çekişiyor. İkisinin de gol sayıları 17. Metin
Oktay o sene futbolu bırakacak. Gol krallığı kupası kime verilecek diye bir
tartışma çıkıyor ülkede. Fevzi Zemzem çıkıp tartışmayı bitiriyor: "Gol
krallığını Metin Abi'ye verin. Onun son senesi. Krallık ona yakışır"
Kurallara uyma, disiplin...O zaman maçların süresi top
sahibinin annesi eve çağırana ya da hava kararana kadardı...Üç kornerde bir
penaltı atılır; topu patlatan parasını öder ve patlak top ortadan ikiye kesilip
kafaya takılırdı. Frikiklerde baraj mesafesi frikiği kullanacak olan kişinin
dev bir zıplayışının ardından gelen 3 koca adım ile belirlenirdi...Kurallara
uymamak diye bir şey yoktu o zaman. Uymayanlar tüm mahalleli tarafından
dışlanırdı...
Böyle büyüdük biz. Böylesine saf, böylesine doğal, böylesine
sevgi dolu...Belki de bundandır geçmişe duyduğum koca özlem, sevgi, saygı,
hoşgörüye verdiğim bu sonsuz önem... Mahalle maçları kalbiydi bu ülkenin. Temel
insanlık kurallarının öğrenildiği yerdi. Ne zaman ki onlar bitti insanlığımızı unutur
hale geldik. O kültürü bir gün tekrar yaşatabilmek, o güven ortamını bu ülkede
tekrar sağlayabilmek dileğiyle...Herkese iyi haftalar...
_BURAK AKÇAY_
8 Nisan 2015 Çarşamba
Hep Denedin Hep Yenildin...Olsun Bir Daha Dene; Yine Yenil...Bu Kez Daha İyi Yenil...
"Hep denedin hep yenildin. Olsun bir daha dene; yine
yenil. Bu kez daha iyi yenil" demiş zamanında Samuel Beckett. Çoğumuzun
hayatı yenilgilerle geçiyor zaten. Bazen her yenilgide yeni şeyler öğreniyor,
bazen de yoruluyor; yılıyoruz. Oysa tarih, ne olursa olsun yılmayanların
hikayeleriyle dolu. Ne kadar önüne set çekilirse çekilsin. Ne kadar gereken
değerin %1'i bile verilmezse verilmesin. Bugün de bu isimlerden birine
değineceğim program müsaitken. Hayat hikayesinden oldukça etkilendiğim bir
isimden...
Öncelikle bir soru soracağım sizlere.
Öncelikle bir soru soracağım sizlere.
"Vecihi deyince aklınıza gelecek ilk kişi kimdir?"
Eminim ki; çoğunuzun cevabı "Şener Şen" olacaktır.
Aslında benim de öyleydi 4-5 sene önceye kadar. Şener Şen üstadın başarısı
büyük bunda. Ama biraz sonra yazacaklarım sonrasında biraz düşünün derim. Biraz
da toplum olarak bizim ayıbımız değil midir bu?
Tayyareci Vecihi Hürkuş...Gülen Gözler filminde selam
çakılan insan aslında...Daha 3 yaşında hayat ona ilk golünü atıyor. Babasız
kalıyor. Dul annesi ve iki kardeşiyle zorluklarla dolu bir çocukluk geçiriyor.
Sanata olan ilgisinden dolayı Tophane Sanat Okulu'nu bitiriyor. Daha 16 yaşında
1912’deki Balkan Harbi’ne eniştesi Kurmay Albay Kemal Bey’in yanında gönüllü
olarak katılıyor.
Tayyareci olmak istiyor. Tutkuyla bağlanıyor bu işe. Yaşı
küçük olduğundan makinist mektebine alıyorlar onu. Makinist olarak 1. Dünya
Savaşı’na girerek Bağdat cephesine uçak makinisti olarak gönderiiyor. Orada bir
uçak kazasında yaralanarak İstanbul’a geri dönüyor. Yeşilköy’deki Tayyare
Mektebi’ne girerek sonunda tayyareci oluyor.
1917'de Kafkas
cephesine atanıyor. Orada bir uçak düşürerek Kafkas Cephesinde uçak düşüren ilk
Türk tayyarecisi oluyor Vecihi Hürkuş. Bir hava savaşında yaralanarak düşünce
uçağını yakarak Ruslara esir oluyor. Esir olarak Hazar Denizi’ndeki Nargin
Adası'na gönderiliyor. Yine pes etmiyor. Azeri Türklerinin yardımı ile adadan
yüzerek kaçıyor. Birlikte kaçtığı arkadaşıyla Erzurum’a kadar yaya olarak
gidiyorlar.
Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve son uçuşunu yapan, İzmir hava
alanını işgal eden tayyareci oluyor ve 3 defa takdirname alarak kırmızı şeritli
İstiklal Madalyası kazanıyor. Savaşta ganimet olarak Yunan’lılardan ellerine
geçen pek çok motordan faydalanıp projesini hazırlıyor. Böylece ilk uçağı
Vecihi K VI ortaya çıkıyor. Devletten uçuş müsaadesi ve uçabilirlik setifikası
istiyor. Gelen cevap: "Uçağı kontrol edecek ve uçuracak yeterlilikte biri
yok. Bu nedenle sana sertifika veremeyiz. Uçağına güveniyorsan atla uçur
görelim."
Düşünmeden atlıyor uçağa ve ilk uçuşunu yapıyor uçağıyla.
Ama bu büyük başarı cezasız kalmıyor. İzinsiz uçuş yaptığı gerekçesiyle
devletten ceza alıyor. Yine yılmıyor Vecihi Hürkuş. Yurtdışında birçok uçak
fabrikasını gezip gözlem yapıyor; tecrübe uçuşlarına katılıyor.
1927'de Ankara-Kayseri arası uçuşlara başlıyor. Bu uçuşlar
Türkiye'nin ilk ulaşım uçuşları olarak tarihe geçiyor. 1930 yılında da
Kadıköy’de bir keresteci dükkanını kiralayarak, 3 ay içinde ilk Türk sivil
uçağını, kendi adına ise; 2. uçağı Vecihi K-XIV uçağını yaratıyor.Uçabilirlik
sertifikası için tekrar İktisat Bakanlığı'na müracaat ediyor. Cevap yine aynı
“Tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken
sertifika verilmemiştir”
Yılmıyor. Uçağın parçalarını tek tek söküp Çekoslavakya'ya
gidiyor. Orada çalışmalarını tamamlayıp uçağı tamamlıyor Çekoslavak yetkililer
tarafından "Yaşasın Türk teyyareciliği" yazan bir pankart eşliğinde
uçuşunu yapıp sertifikasını alıyor. Çekoslavak yetkilililerin burada çalış
ısrarlarına rağmen ülkesine dönüyor.
Posta idaresi adına çalışırken uçuş ücretleri nedensiz
kesiliyip Vecihi XIV uçağı uçuştan men ediliyor; yardımcısı işten çıkartılıyor.
Yine yılmıyor. İlk sivil Teyyare Mektebi'ni kuruyor. Buradaki öğrencileriyle
birlikte 4 uçak, 1 tane de uçak motoruyla çalışan deniz botu yapıyorlar.
Öğrenci diplomalarına devletçe denklik verilmiyor, parasal
sorunlar baş gösteriyor. Okul kapanmak zorunda kalıyor. Atlayıp Rusya'ya
gidiyor Vecihi Hürkuş. Burada havacılık alanındaki gelişmeleri gözetliyor.
Dönüşte Atatürk'e anlatıyor gördüklerini. "İstikbal göklerdedir"
diyen Atatürk çalışmalarından oldukça etkileniyor ve 1937 yılında eğitim için
Almanya'ya gönderiliyor.
2 senede mühendislik diplomasını alıp ülkesine geri
dönüyor. “Tayyare Mühendisliği
Ruhsatnamesini” almak için başvuruyor. Aldığı cevap "2 senede mühendis
olunmaz" 1954’te Hürkuş Hava
Yolları'nı kuruyor. Türk Hava Yolları’nın seferden kaldırdığı 8 tayyareyi banka
kredisiyle alıp devletin sefer koymadığı yerlere seferler koyuyor. Devlet yine
izin vermiyor; seferler devam edince uçakları sabote edilip parçalanıyor.
Yine yılmıyor. Tüm imkansızlıklara rağmen elinde kalan son
uçağıyla Güney Doğu Anadolu’da torium, uranium ve fosfat arayarak zor doğa
koşullarında çalışıp ülkesi için çabalıyor. Yüksek seviyede borçlanıyor. Devlet
tarafından vatana hizmet nedeniyle kendisine bağlanan maaş da kesiliyor. 1969
yılında da borç ve sıkıntı içerisinde hayata gözlerini yumuyor. İnsanlık aya
ilk adımlarını atmaya hazırlanırken...
Ben yazmaktan yoruldum. Buraya kadar okuyanlar da muhtemelen
okumaktan yorulmuştur. Ama Vecihi Hürkuş hayatı boyunca yılmamış. Amacı uğruna,
sevdası uğruna tüm olumsuzluklara rağmen savaşmış. En acısı da uğruna hizmet
için hayatını feda ettiği bu ülkede halkının onun adını sadece TV programları
sayesinde öğrenmesi belki de. Hem de kim olduğunu bile bilmeden...
Oturup tekrar düşünmeli belki de. En ufak sıkıntıda yılıp
pes ederken; en ufak terslikte küfürler yağdırıp isyan ederken bu vatan
kahramanlarının hikayeleri hatırlanmalı. Samuel Beckett ne güzel demiş değil
mi? Hep denedin hep yenildin. Olsun bir daha dene; yine yenil. Bu kez daha iyi
yenil...
BURAK AKÇAY
BURAK AKÇAY
Başka Türlü Bir şey Benim İstediğim...
Başka türlü bir şey benim istediğim...Ne ağaca benzer ne de
buluta...Burası gibi değil gideceğim memleket...Denizi ayrı deniz, havası ayrı
hava... Can Yücel ustanın enfes yazdığı, Yeni Türkü'nün leziz yorumladığı
dizeler...4 sene önce izlemeyi tamamen bıraktığım Türkiye Ligi'nde olur da bir
ortamda denk gelip maç izlersem her maç sonu hissettiğim dizeler...
Metin Oktay...Jubilesini yapacak Metin Oktay...Fenerbahçe
maçıyla yapmak istiyor. Çünkü biliyor ki; Fenerbahçe olmadan Galatasaray,
Galatasaray olmadan da Fenerbahçe olmaz. Fenerbahçe'li yöneticiler diyor ki:
"Futbol hayatın boyunca seni hep Sarı-lacivert forma ile görmek istedik.
Bari şu maçta 45 dakika giy de avunalım" Cevap hiç düşünmeden geliyor,
kısa ve net: "Ne demek efendim. şeref duyarım..." Formalar Can Bartu
ile değiştiriliyor ve Fenerbahçe efsanesi Can Bartu Galatasaray, Galatasaray
efsanesi Metin Oktay da 45 dakika Fenerbahçe formasını terletiyor.
Can Bartu demişken...Apayrı bir karakter, apayrı bir
efsane...Aynı anda hem Fenerbahçe Futbol Takımı'nda hem de Basketbol Takımı'nda
forma giyen bir isim...Günlerden bir gün saat 15:00'te Dolmabahçe Stadı'nda (Şu
anki İnönü) Beşiktaş ile maça çıkıyor. 4-2 biten maçta 2 gol atıp duşunu bile
alamadan dönemin basketbol maçlarının oynandığı Spor ve Sergi Sarayı'na
koşuyor. Bu kez rakip Galatasaray. Çıkıyor sahaya gıkını çıkarmadan 36 sayı
atıyor. Evet şaka değil bunlar. "Haftada 2 maç yapıyor adamlar. Çok yoğun
tempo, yoruldular yazık" derken utanırız belki biraz. Aynı gün hem
Beşiktaş hem de Galatasaray galibiyeti gören belki de tek isim Can Bartu. Hem
de iki maçta da sahanın yıldızı olan...
Tarih 10 Haziran 1959...Birçok kişi sonuç bölümünü bilir bu
maçın. Ama giriş ve gelişme bölümünü bilen azdır. Galatasaray-Fenerbahçe
karşılaşıyor. Maçın henüz 13. dakikasında Fenerbahçe'li bir oyuncu köşe
vuruşunda Metin Oktay'a son derece çirkin bir hareket yapar. Metin Oktay buna
sinirlenir ve dönüp ona bir tokat vurur. Hakem hemen düdüğünü çalar ve o an
sadece tokatı gördüğü için Metin Oktay'a kırmızı kartını çıkarır. Dünyası
başına yıkılır Metin Oktay'ın. O maça kadar hiç kırmızı kart görmemiştir.
Fenerbahçe kaptanı Can Bartu yaşananları görmüştür. Koşar bir tokatta o vurur
kendi takım arkadaşının suratına. Tabi bu sırada olan bitenden habersiz olan
Fenerbahçe tribünleri Metin Oktay'a yuh çekiyordur. Metin Oktay döner,
tribünlerin önüne gider, iki elini birden çapraz olarak göğsünün üzerine koyar
ve diz çökerek Fenerbahçe tribünlerinin önünde eğilir...Tribünlerde çıt yok..
Sonra Sinyor Can Bartu devreye girer ve kırmızı kart iptal ettirilir; Metin
Oktay oyuna döner.
Hangi maç mı bu maç? Metin Oktay'ın ağları yırttığı maç...Bu
olayın hırsını üzerinden atamayan Metin Oktay sonrasında öyle bir şut çeker ki
ağlar yırtılır. Yani o gol de en az Metin Oktay kadar Can Bartu'nun da payı
vardır. Belki de daha fazlası... Yıllar sonra Metin Oktay'a bu gol sorulur.
Cevap yine ders niteliğindedir:
- O golün bu kadar konuşulma nedeni atıldığı rakip aslında.
Herhangi bir takıma bu golü atmış olsaydım unutulur giderdi. Bu kadar konuşulma
nedeni Fenerbahçe'nin büyüklüğündendir.
Saygıya, centilmenliğe bakın!
Baba Hakkı...Futbol kariyeri boyunca sadece 1 kart görmüş bir
futbolcu...Bir Fenerbahçe maçı...Beşiktaş 2-0 önde ve hala bastırıyor.
Fenerbahçe'li oyuncular sanki maçta değil. puanları cebime koyup gideyim
demiyor Hakkı Yeten. Oyun durduğu bir anda Fenerbahçe kaptanının yanına gidiyor
ve şöyle diyor: "Arkadaşlarına söyle biraz maça asılsınlar. Tribünlerce
onca insan para verip keyifli bir maç izlemeye geldi. Kendinize çeki düzen
verin" Ve daha da önemli bir anı...1948 yılında oynanan bir maçta az
sayıda taraftar Baba Hakkı'yı ıslıklıyor. Maç bitiyor. Hakkı yeten son derece
sakin "Bu formayı bana taraftar giydirdi. Şimdi onlar isteyince de
çıkarırım" diyor ve futbolu bırakıyor...
Bu ülke Metin Oktay'ları, Can Bartu'ları, Lefter'leri, Baba
Hakkı'ları izledi. Centilmenlik, saygı, onur abidesiydi hepsi. Öncelikleri
tribündekilere güzel futbol izletmekti. Bu ülkede bir zamanlar "Ya ya ya
şa şa şa bizim takım çok yaşa" diye bir tezahurat vardı; hatırladınız mı?
Ne kadar naif, ne kadar masumane...Tezahuratların bile 10-15 sene içinde
geldiği noktaya bir bakın. Taraftarından futbolcusuna, yöneticisinden hakemine
baştan sona çamura saplanmış durumdayız. Futbol mu? Neyini konuşalım ki?
Burak AKÇAY
Nafile ile Keşke'ler Arasında Gidip Gelen Bir Yoldur Hayat...
Nafile...Ne iç acıtan bir kelimedir bakıldığında. En çok
"nafile" yapılan şeyler acıtır insanın canını. Hiçbir şeye üzülmezsin
belki. Ama nafile çabalar, nafile sevgiler, nafile yaşanmışlıklar can yakar.
Çaresizliği en iyi anlatan cümlelerden biridir "nafile"
Bir futbolcusun örneğin... Final maçına çıkacaksın. Yıl boyu
o maçı beklemişsin. Tüm sene çalışmışsın, özelinden kısmışsın. Hatta belki
haftalardır bu maçı oynuyorsun kafanda. Tribünde gözlemciler seni izlemeye
gelecek. Haberini almışsın. Kaderini belirleyecek bu maç belki de. Maç
başlıyor. Tak 3.dakika bir düdük. Yaptığın müdahaleyi kırmızı kartlık görmüş
hakem. Ağır bir karar. Tüm hafta çalıştığın, kafanda defalarca oynadığın,
kupayı kaldırdığın sahneyi defalarca gözünde canlandırdığın o maç senin için yok
artık. Takımın 10 kişi, sen saha dışında. Tüm çalışmalar, tüm emekler nafile...
Yada bir öğrencisin...Bir Türkiye gerçeği olarak senelerdir
tek bir sınava endeklemişsin hayatını. Gece gündüz demeden çalışmış, uykundan
kesmiş, gezmenden fedakarlık etmiş kitapları hatmetmişsin. Annen, baban
umutlarını sana bağlamış. 1 sene hatta birkaç sene bitkisel bir hayat
yaşamışsın. Sınav yerine giderken içinde bulunduğun araç bozuluyor. Geç
kalıyorsun sınava. Tüm umutlar yerle bir. Tüm çalışmalar, kitap başında geçirilen
geceler nafile...
Bir babasın yada...Yıllarca çocuğun için çalışmış, yatırım
yapmış, kendinden kısıp üstüne başına bir şeyler almışsın. En güzel yiyecekleri
yedirmiş, zamanının önemli bir kısmını ona ayırmış yaşama dair biriktirdiğin ne
varsa sermişsin önüne...Sonra yıllar geçmiş. Bir bakmışsın bir huzurevi
köşesindesin. Ne bir bakanın var ne de arayıp soranın. Tüm emekler, tüm
fedakarlıklar, yürekte biriktirilen sevgiler nafile...
Peki gerçekten "nafile" mi? Çaresizliğe dair çok
şeyler anlatan "nafile" sözcüğü aynı zamanda elinden gelenin en
iyisini yapmış olmanın huzurunu da barındırmıyor mu içinde? Ucu bucağı olmayan
sonsuz bir huzur...Ya o maça yeteri kadar hazırlanmasaydın da daha 3.dakika
adele sakatlığından sedyeyle çıksaydın o sahadan? Ya o sınava hazırlanacağına
gezip tozsaydın ve sınavda berbat bir derece alıp tüm aileni hayal
kırıklıklarına sürükleseydin? Ya seneler geçmiş ve o huzurevinde yatarken
oturup düşündüğünde "Çocuğumla zamanında yeteri kadar ilginmedim. İyi bir
baba olmadım. Şimdi bu yaptıklarımın cezasını çekiyorum" deseydin?
"Nafile" ile "Keşke" nin savaşında her
zaman nafile kazanır unutmayın..."Keşke" yoğun pişmanlıklar içerir
içinde. Kendinizi soru işaretleri içerisinde oradan oraya sürüklenirken
bulursunuz. Binlerce olasılık, milyonlarca ihtimal uçar oradan oraya. Ya o son
ısınmayı iyi yapsaydım? Ya o gün gezeceğime birkaç soru daha çözseydim? Ya
çocuğuma biraz daha ilgi gösterseydim? Her soru karşısında bir olasılık. Her
yeni olasılıkla birlikte gelen yepyeni sorular...
Oysa "nafile" öyle mi? Elinden gelen her şeyi
yapmanın huzuru neye değişilebilir hayatta? Sonu güzel bitmese, hatta
fiyaskoyla bile sonuçlansa insanın kendine olan saygısını kaybetmemesi kadar
güzel bir şey var mı? Hayat NAFİLE ile KEŞKEler arasında gidip gelen bir
yoldur. NAFİLEleri az bir hayatınız olsun diyemeyeceğim ben bu yüzden. Umarım
KEŞKEleriniz az olur hayatta...
30 Mart 2015 Pazartesi
Emre Belözoğlu, Volkan Demirel, Fatih Terim Türkiye'dir (!)
Pazartesi...Bir yeni haftaya daha başlangıç, taptaze umutlara gebe bir yedi gün daha...Daha önce de yazmıştım bazı mecralarda; belki denk gelen olmuştur. "Pazartesi sendromu" deniliyor. Peki nedir Pazartesi'nin suçu? Tek suçu tatil sonrası gelen gün olması mı? Öyleyse asıl suçlu da Pazar değil mi? Pazar olmasa Pazartesi'den bu kadar nefret edilir miydi? Hayat da böyle değil mi aslında? Sizden öncekiler yüzünden size ön yargıyla yaklaşıldığı çok olmuyor mu? Yada beklentilerin çok olduğu? O halde ismi bile Pazar'dan gelen ve Fatmagül'ün yengesi, Seda Sayan'ın oğlu tadında bir yaşam süren Pazartesi'nin de bize en yakın olan gün olması gerekmez mi? Bizden biri gibi, içimizden biri...
En çok sendromun yaşandığı ülkelerden biri de Türkiye. Çünkü bu ülke öyle bir ülke ki; sevdiğin işi yapmak lüks burada... Yapabileceğin en mantıklı iş yaptığın işi sevmeye çalışmak. Bu nedenledir ki; Pazartesi'ye lanetler okunuyor. Çünkü ufak bir kesim harici herkes sevmediği işi yapıyor bu ülkede. Geçenlerde bir araştırma yapılmış. Ülkeler mutluluk derecelerine göre sıralanmış. Türkiye bu araştırmaya göre 143 ülke arasında 141.sırada mutlulukta. Dünyada bizden daha mutsuz olan sadece Sudan ve Tunus var...Dünyanın en fakir ülkelerinden Guatemala ise aynı zamanda dünyanın en mutlu 4.ülkesi...
Yani para mutluluk getirmiyor çoğu zaman. Çünkü dünyanın çoğu ülkesinde insanlara cebindeki para kadar değer verilmiyor. Cebindeki paraya göre hizmet de verilmiyor. Hatta kimi ülkelerde her şey o kadar eşit dağıtılmış ki; mesela Finlandiya'da cezalar bile insanların gelir düzeyine göre kesiliyor. Örneğin; yıllık geliri düşük bir vatandaş kırmızı ışıkta geçerse X miktarda ceza ödüyorken yıllık geliri yüksek bir işadamı kırmızı ışıkta geçerse 20X-30X ceza ödüyor. Yani diğer vatandaşın 20-30 katı...Bizde ise; tam tersi. Kesilen cezalar da, verilen hizmet de gösterilen hürmet de...
Bu nedenle de gülmeyi unuttuk artık. Mutsuzluğa endeksli bir toplum olduk. Öyle ki artık çoğumuz bir hata, yanlış bulsak da hakaret etsek, sayıp sövüp rahatlasak diye yapıyoruz çoğu şeyi. Trafikte de, bankada da, okulda da, devlet dairelerinde de, sporda da bu durum böyle. İki gün önce bir milli maç oynadık. Sosyal medyayı ve forum sitelerini itinayla takip ettim. Ben dahil neredeyse herkes fark yiyelim de "İşte şu adam yüzünden oluyor bunlar" diyelim diye izledik maçı. Ne zaman ki gol attık ve yerimden sıçradım. İşte o zaman fark ettim bunu. "Ben ne yapıyorum?" dedim; soru işaretleriyle doldu kafam...
Heyecanımızı kaybettik ülkece. Tamam belki kimimiz federasyon başkanını, kimimiz teknik direktörü, kimimiz oynayan futbolcuları sevmiyoruz. Fakat bu kadar kin, öfke nedir yahu? Hollanda'da oynanan bir maçta her ne olursa olsun, ne kadar sevmezsek sevmeyelim Türk milli takımının kaptanını ıslıklayıp Hollanda milli takımı kaptanını alkışlamak da nedir? Ne zaman bu kadar kinle nefretle dolduk?
Can alıcı bir soru soracağım sizlere. Her şey bu sorunun yanıtında gizli aslında...O sürekli eleştirdiğimiz ve hatta çoğumuzun sevmediği Emre Belözoğlu, Gökhan Töre, Volkan Demirel, Fatih Terim gibi isimler bu toplumun birer yansıması değil mi? Hepimiz etrafa sevgi tohumları saçan insanlarız da sadece bu isimler mi agresif, saldırgan ve sinirli?
Aksine...Oturup mantıklı bir şekilde düşününce ortaya çıkan şu; Pazartesi nasıl bize en yakın en bizden olan günse bu isimler de toplumumuzu en iyi yansıtan, en bizden isimler...Biz toplumca agresifliği seven, kabadayılığa hayran olan bir ülke olduk son zamanlarda. Eskiden Bizimkiler, Süper Baba gibi diziler fenomendi bu ülkede. Artık devir değişti. Kurtlar Vadisi senelerdir reyting rekortmeni, Survivor'da kafa kesme sevinçleri yapan, ona buna sataşan insanlar 1.oluyor. Sözde giyim-kuşam tarz yarışmalarında en çok kavga eden, diğer yarışmacılara en çok sataşan isimler gözbebeği oluyor.
Bunlara oy verirken, bu adamlara prim yaptırırken, orada burada Polat Alemdar gibi gezerken iyi de bu adamlar sahada ona buna sataşırken mi kötü? Hepsini geçtim ben ne insanlar tanıyorum özel hayatında şeker gibi bir insan olup iş yaşamının hırsıyla altında çalışanları ezen, aşağılayan, kendi kalibresindeki insanların kuyusunu kazmaya çalışan... Eminim ki; hepinizin çevresinde vardır. E o zaman tek suçlu bu adamlar mı?
Hepimizin çevresinde en az bir Emre Belözoğlu, Volkan Demirel yada Fatih Terim var. Yanlış anlaşılmasın asla bu insanları savunmuyorum. Aksine yaptıkları hareketleri hiç tasvip etmiyorum. Ama kabul edelim Emre Belözoğlu, Volkan Demirel, Fatih Terim Türkiye'dir, Türkiye'yi en iyi yansıtan insanlardır... Bu ülkenin role model'leri Mehmet Topal, Hakan Balta, Tolga Zengin yada Şenol Güneş değil. Bizi temsil eden, bizim toplumu yansıtan adamlar bu isimler değil. Keşke olsa ama maalesef değil..
Biz değil miyiz Şenol Güneş'i milli takımdan "Köylü gibi giyiniyor" diye dalga geçerek gönderen? Biz değil miyiz siyasette dürüst adamları "Yahu dürüst olsa ne olacak adam agresif değil" diye eleştiren? Bir şeyleri düzeltmek önce kendini düzeltmekle başlar. Önce kendini dev aynasında görmeyi bırakarak başlar. Ne zaman ki; Emre Belözoğlu'nun, Volkan Demirel'in, Fatir Terim'in ufak bir Türkiye yansıması olduğunu kabul ederiz işte o zaman değiştirmeye başlarız bazı şeyleri... Gülmek, mutlu olmak, saygı duymak, sevmek, sevilmek...Zor şeyler değil bunlar. Yeter ki bir adım atalım...Gerisi gelecektir...
BURAK AKÇAY
16 Mart 2015 Pazartesi
"Biz Büyüdük ve Kirlendi Dünya"diyor Murathan Mungan ...Ya Hayallerimiz? Ya Biz?
Herkese
günaydın, iyi haftalar...Yepyeni umutlarla dolu bir
hafta daha..."Biz büyüdük ve kirlendi dünya" diyor hani populer bir
şarkının sözlerinde. Peki kirlenen sadece dünya mı? Ya bizim hayallerimiz, ya
iç dünyamız?
Bir çocuk vardı eskiden.
20.00-20.30 gibi yatardı akşamları. Annesi tarafından ona göre gecenin en güzel
zamanlarında yatağa gönderilirdi. Uzanırdı yatağına. Gözleri kapalı, oturma
odasından sesler geliyor. O zamanki adıyla Türkiye 2.Lig
özetleri...Zeytinburnuspor haftayı üç puanla kapamış. İstanbulspor'da Nesim
harika bir futbol oynamış, Kocaelispor'da Faruk iki gol sıralamış...
O an oturma odasında o
maçları izleyebilmek, Faruk'un gollerini, Nesim'in savunmadaki başarısını görmek
ne büyük bir olaydı o çocuk için. En büyük hayal için o gecelerde karar çoktan
verilmişti: "Bir gün ben de büyüyeceğim ve babamla birlikte orada 2.Lig
özetlerini izleyeceğim" Ne maddi bir kaygı, ne faturalar, ne insani
hırslar, ne de hayat keşmekeşi...Tek hayal büyüyüp oturma odasında 2.Lig
özetlerini izlemek!
Oturma odasında metal pazar
sepetinden yapılan kale ve oyuncak askerlerden kurulan Askeri Futbol Lig'inde
yaptırılan maçlarda atılan goller kadar saftı her şey. Her askerin ayrı bir
adı, mevkisi, arkasında UHU ile yapıştırılmış numarası vardı. Belirli
dönemlerde transfer olurdu askerler. Her maç sonrası ligin klasörüne notlar
alınırdı. maç istatistikleri tutulurdu. Bombacı Askerin Takımı: 3, Metin'in
Takımı: 1...Goller dk 13 ve 78 Bomcacı Asker, dk 63 Alf / dk 29 Kaptan Mağara
Adamı... Ah o halıların dili olsa da bir anlatsa...
O çocuk büyüdü; yıllarca
futbol oynadı; okula gitti; üniversite bitirdi; işe girdi...En önemlisi de doya
doya 2.Lig maç özetlerini izledi. Hatta geceyarısı oynanan maçları bile canlı
izledi. Mucizevi bir geri dönüş yaşanan 2-1'lik Manchester-Bayern finalini,
Chapuisat'ın gollerini, Zidane'ın büyüleyici paslarını, El Fenomeno'nun akıl
almaz çalımlarını, Maldini'nin gençlik hallerini...Ve daha nicelerini... Fakat
hiçbir zaman askerlerle yaptığı ligdeki kadar keyif almadı hiçbirinden. Yada
hiçbir hayali gece yatağa yattığında "Büyüyüp babamın yanındaki koltukta
2.Lig maçlarını onunla birlikte izleyeceğim. Ümit İnal ne güzel gol attı dimi
baba diye soracağım" kadar büyük olmadı...
Biz büyüdük ve dünya
kirlendi. Ama dünyadan da önemlisi biz kirlendik. İçimizdeki duygular kirlendi.
Çocukluğunda Süper Baba ile büyüyen, bir dilim salça ekmeği bölüşen, top taşın
üstünde mi gitti muamması yaşanınca hak geçmesin diye penaltı atışı ile orta
yolu bulan çocuklar gün geldi trafikte birbirini bıçaklamaya, 20 Lira için adam
öldürmeye, bir bilezik için kol kesmeye, diğerinden daha yüksek maaş almak için
kuyusunu kazmaya, rakip takımı tutuyor diye satır bıçağı ile kovalamaya, terfi
almak için türlü yalanlar uydurmaya başladı. Dünya değil aslında içindekiler
kirlendi...
Şimdi gelmiş futbol kirlendi
diyoruz. Futbol kirli de biz tertemiz miyiz? Orada burada insanları dolandırmak
için "X kişisi buldum internette. Acaip adam ya. Beni hacizden kurtardı.
Bu adama üye olun size de kazandırsın" diye yazarken yada en basitinden
bahiste populer olmak için orada burada reklam yaparken, 20-30 Lira kazanacağız
diye gol kaçırdığı için futbolcuların anasına avradına düz giderken, sırf
yaptığı kurgu tutmadı diye insanlara türlü küfürler ederken "Futbol
kirlendi yahu" demeye hakkımız var mı sizce?
Sırf futbolla da alakalı
değil yazdıklarım...Hayata dair, insanlığa dair...Kendime bakıyorum ve ben daha
düne kadar yatağında gece maç özetleri izleme hayali kurarken ne ara bu kadar
hırs ile doldum diyorum. Yıllar önce halının üstünde Askerler Ligi kuran
çocuktan utanıyorum. Ne ara bu kadar sabırsız, tahammülsüz oldum diyorum.
Ailesi kendisine sünnet hediyesi olarak hesap makineli saat alan ve
"sünnetten önce takmayacaksın" dediği için tam 4 ay gidip çekmecede
saatine bakıp yerine geri koyan çocuktan utanıyorum. Sahi ne zaman vazgeçtik
biz çocuk olmaktan? Yada daha önemlisi insan olmaktan?
Tabi ki o kadar saf duygular
beslemek zor artık. O kadar temiz, o kadar naif hayaller kurmak da...Ama
çocukluğumuzun %5'ini taşıyabilsek bugüne dünya çok daha yaşanılabilir hale
gelecek eminim. Herkesin bu yeni haftada çocukluğundan bir parça bulması
dileğiyle...İyi haftalar...
12 Mart 2015 Perşembe
UEFA AVRUPA LİGİ 2010'DAN BUGÜNE SON 16 İSTATİSTİKLERİ VE ÇIKARIMLARIM:
UEFA AVRUPA LİGİ 2010'DAN
BUGÜNE SON 16 İSTATİSTİKLERİ:
2010--->
1.MAÇLAR:
Ev Sahibi Galibiyeti: 3
Deplasman Galibiyeti: 1
Beraberlik: 4
2,5+ Olan Maç Sayısı: 3
2,5- Olan Maç Sayısı: 5
Gol Ortalaması: 2,37
2.MAÇLAR:
Ev Sahibi Galibiyeti: 4
Deplasman Galibiyeti: 1
Beraberlik: 3
2,5+ Olan Maç Sayısı: 7
2,5- Olan Maç Sayısı: 1
Gol Ortalaması: 4,25
2011-->
1.MAÇLAR:
Ev Sahibi Galibiyeti: 4
Deplasman Galibiyeti: 3
Beraberlik: 1
2,5+ Olan Maç Sayısı: 3
2,5- Olan Maç Sayısı: 5
Gol Ortalaması: 2,00
2.MAÇLAR:
Ev Sahibi Galibiyeti: 5
Deplasman Galibiyeti: 1
Beraberlik: 2
2,5+ Olan Maç Sayısı: 3
2,5- Olan Maç Sayısı: 5
Gol Ortalaması: 1,87
2012--->
1.MAÇLAR:
Ev Sahibi Galibiyeti: 5
Deplasman Galibiyeti: 2
Beraberlik: 1
2,5+ Olan Maç Sayısı: 4
2,5- Olan Maç Sayısı: 4
Gol Ortalaması: 3,00
2.MAÇLAR:
Ev Sahibi Galibiyeti: 5
Deplasman Galibiyeti: 2
Beraberlik: 1
2,5+ Olan Maç Sayısı: 7
2,5- Olan Maç Sayısı: 1
Gol Ortalaması: 3,5
2013--->
1.MAÇLAR:
Ev Sahibi Galibiyeti: 4
Deplasman Galibiyeti: 2
Beraberlik: 2
2,5+ Olan Maç Sayısı: 1
2,5- Olan Maç Sayısı: 7
Gol Ortalaması: 1,25
2.MAÇLAR:
Ev Sahibi Galibiyeti: 5
Deplasman Galibiyeti: 1
Beraberlik: 2
2,5+ Olan Maç Sayısı: 4
2,5- Olan Maç Sayısı: 4
Gol Ortalaması: 2,50
2014--->
1.MAÇLAR:
Ev Sahibi Galibiyeti: 3
Deplasman Galibiyeti: 3
Beraberlik: 2
2,5+ Olan Maç Sayısı: 3
2,5- Olan Maç Sayısı: 5
Gol Ortalaması: 2,25
2.MAÇLAR:
Ev Sahibi Galibiyeti: 2
Deplasman Galibiyeti: 3
Beraberlik: 3
2,5+ Olan Maç Sayısı: 4
2,5- Olan Maç Sayısı: 4
Gol Ortalaması: 2,25
DATA ANALİZLERİ VE
ÇIKARILABİLECEK SONUÇLAR:
Veri: 2011 harici hiçbir sene
ilk maçların gol ortalaması 2.maçlardan fazla olmadı
Sonuç: İlk maçlar daha
temkinli geçip 2.maçlarda riskler alınıyor. İlk maçlarda iy 0, 2,5- gibi
bahislere ağırlık verip 2.maçlarda goller yönelinebilir.
Veri: 2010'dan beri ilk
maçlarda deplasmanda kazanma ortalaması 1,83'ken, 2.maçlarda deplasmanda
kazanma ortalaması 1,00. İlk maç evinde kazanma oranı 3,16 iken, 2.maçlarda
evinde kazanma oranı 3,50.
Sonuç: İlk maçta deplasmanda
oynamak büyük avantaj. Deplasmanda tur çevirmek oldukça zor. Bu nedenle turda
avantajlı görüp ilk maç sahalarında oynayan takımlara galibiyet bahisi almakta
fayda var.
Veri: 2011'den beri yani son
5 senedir ilk maçlarda beraberlik sayısının deplasman galibiyeti sayısını
geçtiği hiçbir sene yok.
Sonuç: İlk maçlarda
yenilmeyeceği beklenilen takımların beraberlik oranı galibiyet oranından
fazlaysa 0 ile 2 bahisini açık almaktansa çifte şans olarak almakta fayda var.
Veri: 2010'dan beri ilk
maçlarda ev sahibi galibiyeti yüzdesi %48 iken deplasman galibiyeti yüzdesi
%27, beraberlik ortalaması ise; %25.
Sonuç: Veriler ve programla
ilgili kurgularım birleşince bugünkü maçlara kendi adıma şöyle bir dağılım
çıkardım:
Ev Sahibi Galibiyet Sayısı: 4
yada 5
Deplasman Galibiyeti Sayısı:
1 yada 2
Beraberlik Sayısı: 1 yada 2
Veri: 2010'dan beri 1.maçları
evinde kazanan 19 takımın 10 tanesi 2 ve üzeri farkla, 9 tanesi de tek farkla
kazandı.
Sonuç: Hemen hemen burada da
yarı yarıya gibi bir durum söz konusu. Yani 4 yada 5 maçı ev sahibinin
kazanacağı kurgumuzdan yola çıkarsak, bu maçlarda handikap konusunda da 2'ye 2,
3'e 2, 2'ye 3 gibi bir dağılım söz konusu olabilir.
Veri: 2010'dan beri oynanan
ilk maçlarda hiçbir maç +7 olmadı. En çok çıkan gol aralığı ise; 0-1 gol. 40
maçın 17'si 0-1 aralığında, 13'ü 2-3 gol aralığında, 10 maç ise; 4-6 gol
aralığında tamamlandı. 2010'dan beri her sene 8 maçtan en az 2'si 0-1 gol
aralığında tamamlandı.
Sonuç: Az gollü geçmesini
maçlara 2,5- oynamaktansa yüksek orandan 0-1 gol denemek mantıklı duruyor.
Eldeki verilere göre bugün de 2-3 maçın 0-1 gol aralığında bitmesi olası.
TÜM VERİLER İLE KURGULARIMIN
BİRLEŞİMİNDEN OLUŞAN BEKLENTİLERİM:
Ev Sahibi Galibiyeti: 4-5
adet (Adaylar: Zenit-Wolfsburg-Everton-Villareal-Napoli)
Beraberlik: 1-2 adet
(Adaylar: Roma-Beşiktaş-Ajax-Sevilla)
Deplasman Galibiyeti: 1-2
adet (Adaylar: Roma-Ajax-Beşiktaş)
Evinde Tek Farklı Galibiyet:
2-3 adet (Adaylar: Zenit- Wolfsburg- Everton- Villareal- Napoli)
Evinde İki Veya Üstü Farklı
Galibiyet: 2-3 adet ( Zenit- Wolfsburg-Napoli)
0-1 gol: 2-3 adet (Adaylar:
Dnipro- Everton - Fiorentina)
NOT: Veriler kendi
çıkarımlarım olup arada gözden kaçan bir şey olduysa veya bir hatam olduysa
şimdiden affola... Hiçbir maç bir önceki seneyi bağlamaz. Ama yine de aşağı
yukarı yönde sapmalar olsa da genel itibariyle bizlere ışık tutması adına
istatistikler oldukça yararlı olmakta bana göre. Tabii ki körü körüne değil...
Kafadaki kurgularla birleşince güzel sonuçlar ortaya çıkabilir. Herkese bol
şans...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)